22 Haziran 2012 Cuma

Şu Çılgın Türkler


   

Metaksas sabırla açıkladı: “Türkler bizim istilacı olduğumuzu biliyorlar. Önce çeteler çıktı karşımıza. Şimdi ordu ile dövüşüyoruz. Yarın bütün Türklerle karşı karşıya kalacağız. Çünkü yalnız dini değil, milli duyguları olduğunu da gösterdiler. Bütün Türklerle hiçbir zaman başa çıkamamayız...”

“İftar duasını yaptığından beri hiç konuşmamış olan müftünün yüzü kızardı, koca binbaşıyı çocuğuymuş gibi ”Sus” diye payladı. “...Vatan sevgisi imandandır, vatana hizmet de ibadettir, ibadetlerin de en makbulüdür. Çünkü mutat ibadet, kendi kurtuluşumuz içindir, vatan hizmeti ise herkesin kurtuluşu içindir, bence daha makbuldür. Her ibadet gibi o da gösterişe, övünmeye, övülmeye gelemez. Bu konuyu kapatalım.”

“Sabah M. Kemal ile Fevzi Paşalar trenle yola çıktılar. Vagon eski, sıralar tahtaydı. Odunla çalışan tren saatte 30 km . hız yapabiliyordu. Yolda odun biterse, görevliler trenden inip istasyon bahçesindeki, yol kıyısındaki ağaçları kesip parçalıyor, onları yakarak yola devam ediyorlardı.”

“Kolbaşı “Sağ ol oğul” dedi, elindeki sobayla öküzünü dürttü. Kağnılar tekerlekleri inleyerek kımıldayıp yürüdüler. Kağnıcılarının hepsi kadındı. Yalnız üçüncü kağnıyı 12 yaşında bir erkek çocuk yediyordu. Kadınlardan biri hamileydi. Yedinci kağnını yanında yürüyen sırım gibi genç kadının ayakları çıplaktı. Bazı kadınlar bebeklerini torbalayıp sırtlarına bağlamışlardı.”

“Bir an önce taarruza geçmek, her imkânı kullanarak Türk ordusunu ezmek, halkı yıldırmak ve Sevres Antlaşması'nı kabul ettirmek zorundaydılar. Bu amaçla Kürtleri ayaklandırmak ve Kemalistleri arkadan vurmaları için Bedirhan ailesinin reisi Emin Ali ve oğlu Celalettin'le ilişki kurmuşlardı.”

“Bir subay sessizce içeri girip Yarbay Naci Tınaz'ın önüne bir not bıraktı, Yarbayın gözleri parladı: “Paşam! Sabah İzmit'i geri almışız.” İsmet Paşa neşeyle,”Haydi kahve içelim” dedi. Yüzbaşı Cevdet Kerim İncedayı boynunu büktü: “Affedersiniz paşam, kahvemiz bitti. Çay da daha gelmedi.” İsmet Paşa güldü: “Bu güzel haberin şerefine bir şey içmeden olmaz. Haydi, birer sığara içelim.” İlk sigarayı kendi yaktı.”

“...Üzülmeyin çocuklar. Ordu yaşıyor. Önemli olan bu. Demir yollarını onarılamayacak gibi tahrip etmeyin. Sonra uğraşmayalım. Çünkü nasıl olsa düşmanı mahvedip bu yoldan geri geleceğiz.” Son cümleyi o kadar inançla söylemişti ki ezgin subayların duruşları bile değişti.”

“İSMET PAŞA, kırık bir sesle,” Taarruz çok ümit verici başlamıştı, iyi gelişiyordu” diye söylendi. Yarbay Naci, “Haklısınız paşam...”dedi. Ama geliştirmeye artık asker ve silah sayımız yetmiyor. Silahıyla birlikte kaçanların sayısı, yirmi bini geçmiş durumda.”

“Kardeşlerim! Sizleri milletinin şerefini ve namusunu canından aziz bilen bu genç ve yoksul orduya yardıma çağırıyorum!" “Paşam bana öyle geliyor ki bu zor dönemi bu Meclis'le atlatamayız.” M. Kemal Paşa, “Yanılıyorsun...”dedi.”Bence bu zor dönemi ancak bu meclis'le, onun sayesinde atlatabiliriz. Öfkesine, isyanına, her tepkisine katlanacağız.” Çünkü bu Meclis kavgacıydı, sabırsızdı, gevezeydi, genel olarak tutucuydu ama hiç kuşku yok, yurt sever bir Meclis'ti.”

Kısa bir sessizlikten sonra, kadınlar ağır ağır ayağa kalkmaya başladılar ve hiç konuşmadan ilerlediler, masanın önünde sıraya girdiler. Masanın üstü parayla dolmaya başladı. Yanında para olmayanlar, yüzüklerini, bileziklerini bırakıyordu. Gözleri görmeyen, beyaz başörtülü, yaşlı bir kadın çevresinden yardım istedi: "Bana, ne olur Halide Hanım'ı bulun!" Halide Edip bu yakaran sesi duymuştu, yaklaştı, "Benim, buradayım!" dedi. Kadın eliyle okşayarak, Halide Edip'in yüzünü içine sindirdi: "Çamaşırcılık yaparak geçiniyorum, kızım. Bunu, zor günüm için saklamıştım. Ama sözlerinden anladım ki ordumuz benden daha zordaymış." Göğsüne bastırdığı sol elini açtı, uzattı, yüzü gururla aydınlandı: "Al bunu." Derisi çatlamış avucunda bir lira vardı. Halide Edip, gözlerinden yaş fışkırarak kadına sarıldı, "Ah anam.." dedi içi titreyerek," ...bir kere daha iman ettim. Kurtulacağız!”

“Kapı açıldı, kapının boşluğu içinde yaver göründü: "Emrettiğiniz yüzbaşı geldi efendim." 'İçeri al." Nazır subaylara bilgi verdi: "Az Önce sözünü ettiğim talihsiz olayın faili." Yüzbaşı bekletmeden içeri girdi, kaygılı bakışlarla kendisini izleyen subayların arasından hızla ilerleyerek nazırın masası önünde durdu, selam verdi: "Yüzbaşı Faruk, İstanbul. Beni emretmişsiniz" Uzun boylu, kumral, yakışıklı, biraz bıçkın havalı bir subaydı. Nazır önündeki bir yazıya bakarak, yumuşak bir sesle, "Oğlum..." dedi, "... Dün akşam Beyoğlu'nda, İngiliz İnzibat Subayı Teğmen Miller'i, emre rağmen selamlamamışsın. Doğru mu?" "Evet, efendim, doğru." Nazır, dürüst subaya babacanca yol gösterdi: "Herhalde görmediğin için selamlamadın, değil mi çocuğum?" "Hayır, efendim, gördüm." Nazırın canı sıkıldı: "Niye selamlamadın öyleyse? Selamlamanız için emir verilmişti" "Rütbesi benden küçük olduğu için selamlamadım Paşam. Askerlik töresince, önce onun beni selamlaması gerekmez miydi?" Ziya Paşa derin bir kederle ellerini açtı: "Askerlik töresi mi kaldı a yavrum? Adamlar galibiyet haklarını kullanıyorlar. İngiliz Komutanlığı bu sabah olayı protesto etti. Mesele çıkarılacak zaman değil. Hemen şu müzevir teğmeni bul da özür dile. Olayı kapatalım." Başıyla çıkması için izin verdi. Ama yüzbaşı yerinden kıpırdamadı: "Paşam, bir de beni dinlemenizi rica ediyorum." Nazır bıkkınlıkla, "Söyle bakalım" dedi. "Balkan Savaşanda teğmendim, Çanakkale'de üsteğmen, Suriye cephesinde yüzbaşı oldum. Ben bu rütbeleri tek başıma savaşarak almadım. Her rütbemde binlerce şehidin ve gazinin hakkı var. Onların hakkını korumak namus borcumdur. Beni affedin, özür dileyemem." Harbiye Nazırı bozuldu: "Anlamadın galiba. Harbiye Nazırı olarak emrediyorum." Yüzbaşı sükûnetle, "Anladım efendim" dedi, apoletlerini bir hamlede söküp nazırın masasına bıraktı: "Artık emrinizi dinlemek zorunda değilim!" Selam vermeden dönüp kapıya yürüdü. Oturan subayların, İstanbul'u tutan birkaçı dışında, hepsi saygıyla ayağa fırladı. Hepsinin rütbesi yüzbaşıdan daha büyüktü. Gözleri dolarak, yüzbaşıya selam durdular. “Hızla pencereye yürüdü, perdeyi yırtar gibi açtı: "Lütfen bakınız! Bu tren, az önce Eskişehir'den geldi, vatanına kan borcunu Ödeyen gazileri getirdi." Bekir Sami Bey pencereden dışarı göz attı. Acemi askerler, kaba tahta sedyelerde yatan ağır yaralıları, hiç konuşmadan, yük vagonlarından alıp Cebeci Hastanesine götürmek için istasyon önünde bekleyen araba ve kağnılara taşıyorlardı. "... Biraz sonra da, şimdi yaralı arkadaşlarını taşıyan şu gencecik askerleri alıp cepheye götürecek. Bu insafsız ve vahşi savaşı, kendi vatanında garip dolaşan bu mazlum millet mi başlattı beyefendi?" Bekir Sami Bey, "Hayır efendim" diye mırıldandı. "... Üzerine kinle, entrikayla, ateşle gelen dış düşmanlara ve içerdeki hainlere ve gafillere karşı, namusunu ve vatanını savunmaktan başka ne yapıyor? Biz bu zavallı milletin maddi ve manevi haklarını, sırf lütuflarını kazanmak için yabancılara nasıl bağışlayabiliriz? Asıl o zaman tarih ve millet önünde sorumlu olmaz mıyız? Kendimizi kurtarmak için geleceklerimizi satarsak, bu insanlar, ilerde hepimizi lanetle anmazlar mı?" Bekir Sami Bey pencereden istasyona bakıyordu hâlâ. Bir asker, kucağında küçük bir çocukla vagondan aşağı atladı. Çocuğu yerde bekleyen askerin kollarına bıraktı, bir başka yaralıyı getirmek için tekrar vagona girdi. Bekir Sami Bey, birden gözlerinin dolmasına engel olamadı. Çocuk sandığı şeyin, iki bacağı da kökünden kesilmiş genç bir subay olduğunu fark etmişti."

İÇ ANADOLU'ya yaklaştıkça, kurt hücumuna uğramış koyunlar gibi birbirine sokulmuş kerpiç evlerden kurulu yoksul, neredeyse erkeksiz köylerden, kel dağların eteklerinden, kıraç topraklardan geçerek, karanlık, bakımsız kasaba ve şehirlerde konaklayarak ilerleyen kafile, altı gece ve yedi gün süren yorucu bir yolculuktan sonra akşama doğru Ankara'ya ulaştı. Altı yüzyıllık devletin anavatanı Anadolu, bütün imparatorlukların anavatanlarının tersine, utanılacak kadar yoksul ve bakımsızdı. Nesrin'in neşesi sönmüştü. Onun hayal kırıklığını fark eden tel gözlüklü Doktor Kâmil Bey, "Bak kızım..." demişti, "...bir tekerleme vardır, bilir misin: Çalıydı, çırpıydı ama evimdi. Anadolu da yoksuldur, çıplaktır, bakımsızdır ama vatanımızdır. Osmanlı Devleti Anadolu'yu sürgün idarecilerin, mültezimlerin, mütegalibelerin, ağaların, cahil hocaların, şeyhlerin İnsaf ve izanına terk etmiş. Halk uyanamamış, hayatı zar-zor sürüklemekle yetinmiş. Onun için şehirlerimiz, topraklarımız böyle. Hele şu vartayı atlatalım, el birliği ile Anadolu'yu şenlendirir, halkımızı da uyandırırız. Buraları 40 yıl sonra tanıyamazsın. Vatan artık padişahın mülkü değil ki, herkesin. Bunu anladığı gün halk sabana, kazmaya, çekice, kaleme, başka bir hevesle sarılacaktır."

SAĞDAKİ TAKIM, Sapanca batısında duraklamış, ilerlemiyordu. Tabur komutanı öfkelenmişti. Sabredemedi, ateş hattına daldı, yata kalka ilerledi, takım komutanını buldu. Takım komutanı tabura yeni katılmış deneysiz bir yedek teğmendi. "Niye hücum etmiyorsun?" diye çıkıştı. Teğmen kekeledi: "Askerin çoğunun süngüsü yok komutanım..." Komutan parladı: "Süngüsü yoksa dipçiği, küreği, yumruğu, tekmesi, dişi, tırnağı yok mu? Çek silahını askerin önüne geç.. Sesi yumuşadı, teğmeni belki de ölüme yolluyordu: "... Haydi, oğlum, Mehmet seni takip eder." "Anladım komutanım." Az sonra savaş sisi, top uğultuları ve makineli tüfek takırtıları içinde takım hücuma kalktı. Çok geçmeden Yanıkköy'e girecekti." Bakışlarını dolaştırdı, "Bir şey sormak istiyorum..." dedi, "... Askerlik çağına gelmiş çocukların çoğu köyde. Öğrendim ki çocukları elbirliği ile saklayıp askere göndermemişiniz. Benim oğlumu da köyde tutmuşunuz." Uzun bir sessizlikten sonra muhtar, "Evet, doğrudur" diye mırıldandı. "Niye böyle ettiniz ki? Yaşlı muhtar dikildi: "Bak Gazi Çavuş, yaşıtlarından köye bir sen geri döndün. Ötekilerden hiç haber yoktur. Ocaklarınız sönmesin diye oğullarınızı koruduk. Yanlış mı ettik?"Bakışlarını dolaştırdı, "Bir şey sormak istiyorum.." dedi, "... Askerlik çağına gelmiş çocukların çoğu köyde. Öğrendim ki çocukları elbirliği ile saklayıp askere göndermemişiniz. Benim oğlumu da köyde tutmuşunuz." Uzun bir sessizlikten sonra muhtar, "Evet, doğrudur" diye mırıldandı. "Niye böyle ettiniz ki? Yaşlı muhtar dikildi: "Bak Gazi Çavuş, yaşıtlarından köye bir sen geri döndün. Ötekilerden hiç haber yoktur. Ocaklarınız sönmesin diye oğullarınızı koruduk. Yanlış mı ettik?" Gazi Çavuş ayağa kalktı: "Yanlış etmişiniz Muhtar Ağa. İşgal ne, düşman nedir bilseydiniz böyle yapmazdınız herhalde. Savaş daha bitmedi. Biz tükeninceye kadar dövüştük. Sıra oğullarımızdaydı. Çocukları analarının etekleri altında saklamaya devam ederseniz, bu sefer bütün milletin ocağı sönecek, her gün ağlayacağız. Ben yarın oğlum Ali'yi askere götüreceğim. Haydi, Allah rahatlık versin.

“Bir masada acele acele yazısını bitirmeye çalışan Ali Kemal'i görünce sevindi. Hemen yanına oturdu. Ali Kemal, yazmaya ara verip, "Gördün mü Molla Bey." dedi, "... Korkmaya gerek yokmuş. Bizim düzme kahramanlar, on günde perişan oldular." "Evet. Çok şükür." "Ankara'ya doğru kaçıyorlarmış. Yunan Yüksek Komiseriyle konuştum, Yunan ordusu, yorulduğundan değil, artık takibe değecek bir kuvvet kalmadığı için duraklamış. Ordu, biraz dinlendikten sonra hareket edip bizim kabakçıların yuvası Ankara'ya yürüyecekmiş. O zaman her biri bir yere kaçar, M. Kemal saklanır, yine biz bize kalırız." Kahkaha attı. Ertesi sabah yayımlanacak olan yazısını çabucak tamamlayıp çağırdığı Rum şef garsona verdi: "Bunu hemen gazeteye yolla. Bize de kahve ve Yunan konyağı getirsinler."

“En ümitsiz kişi, oynak mizaçlı şair Süleyman Nazif'ti. "Bunca düşmana, felakete, musibete, talihsizliğe, yoksulluğa karşı bir M. Kemal ne yapabilir?" diye sızlanıyor, cevabını da kendi veriyordu: "... Hiçbir şey." Bu duyguyla Milli Mücadele aleyhinde yazılar yazıp Ali Kemal'in Peyam-ı Sabah gazetesine göndermeye başlayacak, bu yüzden bütün sürgünler tarafından boykot edilecek, sürgünlük boyunca bir başına kalacaktı.”

“Saraycı gazeteler ise bayram ediyorlardı. Bu karışık ortam, gafilleri ve hainleri harekete geçirdi: Yunan askerleri köyleri yakıp Türk kadınlarının ırzına geçerken, Kütahya Belediye Başkanı Hüseyin Hüsnü, General Papulas'ı ziyaret ederek başarısını kutladı, 'Kütahya'ya milliyetçilerden kurtardığı için teşekkür etti. Gerici Konya isyanının elebaşlarından Delibaş Mehmet İzmir'de ortaya çıktı, sık sık Yunan Ordu Karargâhını ziyaret etmeye başladı. Yeni bir pisliğe daha bulaşacağı anlaşılıyordu. Milli ordunun yenilmesine sevinen saraya bağlı din adamları ve siyasetçiler, Yunanlılarla elbirliği yaparak Milli Mücadele'yi bütünüyle söndürmeyi amaçlayan Anadolu Cemiyeti adlı gizli bir örgüt kurmak için hazırlığa giriştiler. Başlarında Vahidettin'in beş kez Şeyhülislamlığa getirdiği İngiliz işbirlikçisi Mustafa Sabri Efendi vardı.”

PORSUK IRMAĞI'nın kuzey kıyısındaki patikada kırk kadar askerden oluşan bir birlik, düzensiz bir şekilde yürümekteydi. Hepsi dökülüyordu. Birkaçı çıplak ayaktı. Bazıları ayaklarına çuval, çaput sarmıştı. Yaralılar yardımla yürüyorlardı. Cephe yarılınca o kızılca kargaşalık içinde taburlarından ayrı düşmüş, ormanda kaybolmuş, dövüşmüş, alayı aramak için vakit kaybetmiş, ordunun gerisinde kalmışlardı. Belki daha güvenlidir diye Porsuk'un kuzeyine geçerek, orduya yetişmeye çalışıyorlardı. Asker kaçaklarını arayan bir süvari müfrezesi birdenbire tepeden aşağı inerek çevrelerini sardı- Müfrezenin komutanı, yüzü yaralı bir yüzbaşıydı, öne çıkıp selam verdi. Yüzbaşı eli tabancasında, çavuşa ve birliğe göz attı. Kaçağa ve bozguncuya benzemiyordu bunlar: "Hangi birliktensiniz?" "4, Tümen, 55. Alay, 3. Tabur, 1. Bölükteniz komutanım!" "Bölüğün geri kalanı nerde?" "Bölükten geri kalan budur." "Nereye gidiyorsunuz?" "Duyduk ki ordu Sakarya ötesine çekiliyormuş. Biz de oraya gidiyoruz. Alayımızı orada arar buluruz." Yüzbaşı sevindi. Bunlar silahlarının şerefini sonuna kadar korumaya kararlı sahici askerlerdi. Sesi yumuşadı: "Şu tepenin ardında, suyu bol bir küçük köy var. Orada dinlenin. Sonra durmadan doğuya yürüyüp Sakarya'yı aşın. Ama birliğini köye bu haliyle sokma. Halkı üzmeyin. Anladın mı?" Çavuş anlamıştı: "Evet komutanım! Köye sanki belimiz kırılmamış gibi gireceğiz. Başüstüne!" Yüzbaşı yüzüne gülümseyerek atının başını çevirdi. Kaçak ve bozguncu avlamak için dörtnala uzaklaştılar. Müfreze uzaklaşana kadar selam duran çavuş, elini indirip birliğe döndü: "Duydunuz. Halka teftiş vereceğiz. Ona göre. Sıraya gir! Çabuk, çabuk, çabuk! Hazır ol! Arş!" Ayaklarını sürüyerek yürümeye başladılar. "Bu ne biçim yürüyüş len? Başınızı kaldırın. Canlı yürüyün. Haydi, hep beraber." Kalan son gücüyle marşa başladı: Annem beni yetiştirdi Bu ellere yolladı Al sancağı teslim etti Allah'a ısmarladı...” “Sonuç belli olmuştu. Ordu, 1643 şehit, 4.981 yaralı ve 374 esir vermiş, 18 top, 47 ağır, 34 hafif makinalı tüfek kaybetmişti. Elde yalnız 28.825 tüfek kalmıştı. Gerçek buydu. “Kaçak sayısı?” “Tam sayı belli oldu. Şaşırmaya hazır ol:30.809 “Neee? “Üstelik bunların 30.122'si de tüfeği ile kaçmış. O yüzden elimizde az tüfek kaldı.” “Ordunun yarısı bu!” “Ne yazık ki evet.” M. Kemal isyanla ayağa kalktı: "Anadolu'yu yüzlerce yıl, yalnız canına ve malına ihtiyacın olduğu zaman hatırlarsan, bunun dışında kaderine terk ve cehalete teslim edersen, sonuç tabii böyle olur. İnsanlarımızı okutmamış, bilinçlendirmemiş, kafalarını ve yüreklerini milli bir terbiyeden geçirmemişiz ki. Cami okullarında ve medreselerde, ne tarih, coğrafya dersi verilir, ne de vatan, millet nedir öğretilir. Bu yüzden iki yıldan beri düşman kadar, cahil, gafil ve hainlerle de uğraşıyoruz. Komutanlar bu sefer çok dikkatli olsunlar, bozgunculara fırsat verilmesin." "Başüstüne." “İsmet Paşa, "Mevzileri bir an önce hazırlamak için çevre halkından yardım istedik." diye bilgi verdi, "... Kazmasını, küreğini ve çocuğunu alan geldi. İşçi taburları kurduk. Tarlada çalışır gibi canla başla siper kazıyor, yol açıyor, yorgun orduya yardım ediyorlar. Gördüğün gibi çoğu da kadın. Kadınlarımızın hakkını nasıl ödeyeceğiz, bilmem." M. Kemal Paşa, yüreğinden gelen bir sesle, "Ödeyeceğiz İsmet..." dedi, "... Ödemek zorundayız."


Hiç yorum yok:

Şair Uzman Jandarmadan İkinci Şiir. (Hak arayışı Uzman Jandarmayı Şair Yaptı)

Türkiye cumhuriyeti sınırları içerisinde uzman jandarmalarla ilgili haberleri  okumayan kalmamıştır muhtemelen. Astsubaylarla ...