2 Mart 2012 Cuma

Komutanlar Hakim Karşısında




Balyoz davası kapsamında ifadesine başvurulan Orgeneral Bekir Kalyoncu Silivri'den ayrıldı.
Balyoz davasında tanık olarak dinlenen Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Bekir Kalyoncu, mahkemeden ayrıldı. Şu sıralarYaşar Büyükanıt'ın tanık olarak dinlenmesi bekleniyor.

Büyükanıt ve Kalyoncu saat 09. 30'da Silivri Ceza İnfaz Kurumları Yerleşkesi'nin yanında bulunan duruşma salona girdi. Bekir Kalyoncu ve Yaşar Büyükanıtaraçlarıyla cezaevi içine giriş yaptıktan sonra duruşma salonuna girdiler.

Öğleden sonra da İnternet Andıcı Davası'nın tutuklu sanığı İlker Başbuğ dinlenecek. Bu arada mahkeme Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Bekir Kalyoncu'yu dinlemeye başladı.

Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Bekir Kalyoncu, tanık olarak dinlendiği Balyoz davasında, savcının sorusu üzerine, seminerde prensip gereği gerçek kişilerden bahsedilemeyeceğini söyledi. Kalyoncu, "Genel değerlendirmem budur. Ben, genel komutan olarak uygun bulmam." dedi.

İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen Balyoz davasının bugünkü duruşmasında, Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Bekir Kalyoncu tanık olarak dinlendi.

Üye Hakim Ali Efendi Peksak'ın soruları üzerine Orgeneral Bekir Kalyoncu, "Sonuç raporunun özensiz olarak hazırlandığını söylemek ne kadar doğru olur bilemem. Ancak imla hatalarından dolayı özensiz hazırlanmış olabilir. Ayrıca o tarihlerde Irak harekatı söz konusuydu, bize gelen tek rapor bu değildi. O zaman raporu ayrıntılı incelemedim. Daha sonra tanık olarak çağrıldığımda inceledim." ifadesini kullandı.

Hakim Peksak, "Sonuç raporunda planın dışına çıkıldığına dair ve darbe hazırlığı gibi bir duyum aldınız mı? veya hissetiniz mi?" diye sordu. Kalyoncu, "Ortada fol yok yumurta yok. Üstelik yoğunluğumuzu verdiğimiz birçok konu var. Böyle bir ortamda aklıma bile gelmezdi." cevap verdi.

Mahkeme Başkanı Diken'in, "Sonuç raporunda Genelkurmay İkinci Başkanı'nın imzası var. GenelkurmayBaşkanı'nın imzası yok. Neye göre ayarlanıyor veya bunun takdir yetkisi kimde? sorusunu Kalyoncu, "Genelkurmay İkinci Başkanı'nın yetkisindeydi. Eğer isterse 'sayın komutana arz' diye paraf açabilir." diye cevapladı.

'SEMİNER TARİHİNDE İRTİCAİ AYAKLANMA YOKTU'

Cumhuriyet Savcısı Savaş Kırbaş, Bekir Kalyoncu'ya, "Seminer tarihinde Türkiye'de irticai bir ayaklanma belirtisi var mıydı?" diye sordu. Kalyoncu ise, "O tarihte bir irticai ayaklanma yoktu." dedi. Savcı Kırbaş, "Plan seminerinde gerçek kişilerden bahsedilir mi? Çünkü seminerde gerçek kişilerden bahsedilmiş ve bazı belediye başkanları ile imam hatip lisesi müdürlerinin gözaltına alınmasından bahsediliyor." şeklindeki sorusuna Kalyoncu, "Prensip gereği gerçek kişilerden bahsedilmez. Genel değerlendirmem odur. Ben, genel komutan olarak uygun bulmam." diye cevap verdi.

Müdahil Özgür-Der Genel Başkanı Rıdvan Kaya da, "Sivil toplum örgütlerin yeniden yapılandırılması başlığı var. Siz bu başlık altında yazanları doğru karşıladınız mı?" şeklindeki sorusu üzerine Kalyoncu, "Seminerde hep senaryo oynandığı için normal karşıladım." dedi.

Tutuklu sanık Çetin Doğan'ın seminere ilişkin sorularını cevaplayan Kalyoncu,. kendisinin söz konusu seminere katılmadığını belirterek "Ne oynandığını sadece önümdeki kağıttan biliyorum." Şeklinde konuştu. Çetin Doğan da, "Senaryoyu biz burada oynamaya hazırız. Arkadaşlarımız da burada zaten. Seminerde her geçen konu dakika dakika ses kaydına aldım." ifadelerini kullandı.

'KENDİMİ BİLİRKİŞİ GİBİ HİSSEDİYORUM'

Sanıklar ve avukatların yorum ve kanaatine dayalı soruları üzerine tanık Bekir Kalyoncu, "Burada kendimi tanık gibi değil de bilirkişi gibi hissediyorum." ifadesini kullandı. Mahkeme Başkanı Ömer Diken, Kalyoncu'ya soru soran birçok sanık ve avukatı, "Daha dinlenecek tanıklarımız var. Tekrar tekrar aynı sorular soruluyor. Ayrıca yoruma dayalı, kanaatini söylemesi istenen sorular sorulmasın. Sadece tanıklığı istenen gözlemci raporuna ilişkin sorular sorulsun." diye ikazda bulundu. Orgeneral Kalyoncu, Jandarma Genel Komutanı olarak kanaati sorulan bazı sorulara da, "Ben burada Jandarma Genel Komutanı olarak tanıklık yapmıyorum. Plan Daire Başkanı (Seminer tarihinde) olarak tanıklık yapmak üzere geldim." diye konuştu.

Bekir Kalyoncu, kendisine yöneltilen soruların tamamlanmasının ardından yoğun programı nedeniyle duruşmadan ayrılmak için Mahkeme Başkanı Ömer Diken'den izin istedi. Başkan Diken'in izin vermesinin ardından Kalyoncu, saat 11.30'da duruşma salonundan ayrıldı.

5 AŞAMALI DARBE PLANI

Balyoz Darbe Planı ilk olarak Taraf gazetesinin 20 Ocak 2010 tarihinde Mehmet Baransu, Yıldıray Oğur ve Yasemin Çongar imzalı haberinde açıkladığı 2003 tarihli "Balyoz Harekât Planı" başlıklı belgelerle gündeme geldi.

İddialara göre plan, dönemin 1'inci Ordu Komutanı Çetin Doğan'ın liderliğindeki cunta tarafından hazırlandı ve darbe zemini hazırlama amaçlı Çarşaf, Sakal, Suga ve Oraj kod adlı eylem planlarından oluşuyor.

5 bin sayfalık belgelerde Fatih ve Beyazıt camiilerinde bomba patlatılarak hükümetin sıkıyönetim ilan etmeye zorlanması, Yunanistan hava sahası üzerinde bir Türk jetinin düşürülerek halkın galeyana getirilmesi ve darbe sonrası demokrat görüşlü gazetecilerin tutuklanması gibi planların olduğu ileri sürülüyor.

İddianameye göre 'Balyoz' darbe planı, 5 aşamada gerçekleştirilecekti.

Plana göre tamamlanmış olan birinci aşamada istihbarat faaliyetleri yer alıyor.

İkinci aşamanın, askerî müdahale için zemin hazırlama süreci olduğu öne sürülüyor. İddianamede bu konu şöyle yer alıyor:

"Yapılanma içerisinde yer alan bazı jandarma görevlileri tarafından hazırlanan 'Sakal' ve 'Çarşaf' isimli eylem planlarıyla kargaşa yaratma planlandığı, 'Oraj' ve 'Suga' isimli planlarla hava sahası ve kıta sahanlığı konularında Yunanistan'ın taciz edilerek iki ülke ilişkilerinin gerilmesinin öngörüldüğü (anlaşılmıştır.) Böylece öncelikle 1'inci Ordu merkezli İstanbul ve çevre illerde sıkıyönetim ilan edilmesini amaçladığı (...) tespit edilmiştir.

Üçüncü aşamada askerî müdahalenin fiilen ilan edilmesi planlanıyor.

Dördüncü aşamadaysa yürütme görevinin 'Milli Mutabakat Hükümeti' tarafından devralınması öngörülüyor.

Beşinci ve son aşama ise yürütmenin tekrar sivil yönetime devredilmesi için 'seçime' gidilmesini kapsıyor.

29 Şubat 2012 Çarşamba

AVRUPA’NIN GELECEĞİNDE BİZ DE OLACAĞIZ




Avrupa’da biz her zaman vardık. Avrupa’nın tarihi ile bizim tarihimiz birçok defa kesişti. Toplumların ve milletlerin yolları daîma birbirine çok yakındı. Avrupa’da ve Avrupa için imzalanan çoğu barış anlaşmasında, savaşta da, biz vardık. Müziğinde de, mutfağında da. Lisânında da, masallarında da.
O nedenle üzerinde tartışılması gereken konu “Avrupa’nın geleceğinde Türkiye’nin yerinin bulunup bulunmadığı” değil, “Türkiye’nin Avrupa’nın geleceğinde ne kadar yer tutacağı”...
Bu sorunun yanıtı ise muhakkak, “Türkiye’nin geleceğinde Avrupa’nın ne kadar yer tutacağı” ile ilgili...
Avrupa Birliği bugünlerde tarihinin belki de en zor, en belirsiz, en karışık dönemlerinden birini yaşıyor. Avrupa Birliği etkileri bir yandan 2004 Mayıs'ında birliğe üye olacak yeni 10 üyeyi nasıl içlerine sindirebileceklerini düşünürlerken diğer yandan da bu yeni 10 üyeden biri olan Polonya'yı nasıl dizginleyebileceklerini tartışıyorlar. Geçtiğimiz haftalarda Brüksel'de yapılan Avrupa Birliği zirvesinde birliğin nüfuslar açısından daha büyük devletlerin alınacak kararlarda daha çok oy hakkına sahip olması istenmişti. İspanya ve özellikle Polonya buna karşı çıkınca işler karıştı.
Hazırlanmakta olan Avrupa Birliği anayasası tehlikeye girdi. Kendini birliğe yeni üye olacak 10 devletin lideri gibi gören Polonya'nın Başbakanı sinirlenip toplantıyı, zirveyi terkedince de her şey bir anda kilitlendi. Şimdi herkes bu tıkanıklığın nasıl aşılabileceğini tartışıyor. Tabii Avrupa Birliği içindeki bütün bu gelişmeler Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üyelik sürecini de etkileyebilecek.
İki yıldır üzerinde çalışılan Avrupa Birliği anayasası konusunda bir türlü tam bir uzlaşma sağlanamıyor. Avrupa Birliği devletleri 2004 Mayıs'ında birliğe yeni katılacak 10 üye nedeniyle oy hakkı meselesini yeniden düzenlemek istiyorlar ama başarılı olamıyorlar. Görüşmeler şu anda tıkanmış durumda.
Avrupa Birliği hayatî önem taşıyan anayasa konusunda görüş birliğini sağlayamıyor. Daha kötüsü anayasa konusu bütün üyeler için bir koz hâline gelirken, bütün diğer konularda uzlaşmanın ve uzlaşmamanın anahtarı hâlini alıyor.
Şâyet anayasanın “bir arada yaşamın temel belgesi“ olduğu da düşünülürse, anayasada uzlaşamama bir ortaklığın kurulamayacağının da işâreti olarak kabûl edilebilir.
Bilhassa kendi anayasasını Avrupa Birliği'ne dayatmakla suçlanan Almanya, Avrupa idealinin sadece Almanya’nın çıkarlarını kovalayabilmek için dönemin şartlarına uygun ürettiği bir formül olduğunu savunanların sayısı artıyor.
Bununla beraber Almanya bugün, Avrupa Birliği'nin hamisi olduğu dönemde yaşadığını, 1980'li yıllara damgasını vuran, ekonomideki büyük sıçrayışını bugün sürdüremiyor. Almanya’nın iktisadî kriz yaşadığı gerçeği bir yana, Avrupalı birçok devletin de, Avrupa Birliği üyeliğinden dolayı, kendisini görülebilir gelecekte “Avrupa Birleşik Devletleri’nin bir eyâleti“ ve daha önemisi “trans-atlantik gerginlikte kaybedecek kutbun bir parçası“ olarak görmek istemiyor.
Büyük tartışmalara ve uyumsuzluklara yol açan anayasa, Avrupa Birliği içn çok önemli. Çünkü Avrupa Birliği’nin müktesebatı ve ortak politikaları birçok üye devlet için “arzu ettiği derecede“ uyduğu bir gerçek. Üye sayısının artışı ve üyeler arasındaki gizli hiyerarşi, Birlik’in her üyeye eşit yaklaşmasını engellediği gibi, üyelerin Birlik’e bakış açısını da değiştiriyor.
Avrupa, anayasa tartışmaları ile biraz daha kendi içine kapandı. Öteden beri dünyanın geriye kalanının çok da farkında olmadan yaşayan Avrupalılar şimdi de anayasa tartışmasına boğuldular.
Ama bu defaki durum, dünyada yaşananlara karşı sürdürülen genel kayıtsızlığın ötesine geçti. Çünkü AB üyesi bir ülkenin vatandaşı, hem dünyanın hem de Avrupa’nın kalanında olanları önemsemezken, Avrupa Birliği’nin önemine inananlar ve “tek Avrupa’yı“ savunanlar, ulusal kimliğin üzerine çıkan bu yeni uluslarüstü kimlik ile, üye ülkelerin uyruğunda olanları da daha az önemsemeye başladılar. Bunun örnekleri giderek artıyor.
Özünde anayasa tartışmaları ve çatışmaları Avrupa’da ulusal kimlikler ile uluslarüstü kimlik arasındaki öncelik ve diğerine dominans mücâdelesinden kaynaklanıyor. Ama sorun orada da bitmiyor.
Bir örnekle açıklamak gerekirse, örneğin “Danimarkalı olmak“ ile “Avrupalı olmak“ arasındaki mücâdeleyi hangisi kazanırsa kazansın, sonuçta kazanan kimliğin yaşayacağı yeni bir çatışma var; “tek Avrupa’ya inanan Avrupalı“ mı, yoksa “sadece refah bölgesi Avrupa’ya inanan Avrupalı“ mı?
Bu tartışma başlamış olsa da, henüz şiddetli değil. Ama anayasa tartışmaları bir şekilde sona erer ve Avrupa Anayasası oluşursa, bu iki temel yaklaşım kutupları belirlemeye başlayacak. Büyük bir olasılıkla yaşanacak kutuplaşmanın galibini de en baştan beri varolan ulusal kimlikler belirleyecek.
Avrupa’nın geleceği ve Türkiye’nin geleceğini birbirinden ayırmak mümkün değil. Zâten gerekmiyor da. Ama anayasa tartışmalarının izleyeceği seyir, ortaya çıkarabileceği komplikasyonlar ve daha önemlisi anayasanın hükümleri bunu doğrudan etkileyebilir.
Avrupa’nın anayasası, sadece üye devletler arasında birbirine karşı ortak duyuş ve duruşu değil, aynı zamanda dışarıya karşıda birlik olmayı gerektirecek.
Çünkü Avrupa Anayasası büyük devletlerin gözetiminde ve onların çıkarlarına öncelik vererek hazırlanacak. O noktada Türkiye bütün şartları ve daha fazlasını yerine getirse bile, anayasanın Türkiye’nin kimliği ve hedefleri ile uyumsuzluğa düşmesi hâlinde, Avrupa şunu söyleyebilir;
“Siz söz verdiğiniz adımları attınız. Ancak bu anayasayı kabûl ediyor musunuz?“...
Avrupa’nın anayasası bizim için kabûl edilemez bir anayasa olursa, giremeyiz. Bunda da herhalde kimsenin şüphesi yok. Türkiye’nin Avrupa Birliği’nin üyesi değil, üye adayı olduğu düşünülürse, o zaman bizim bu noktada anayasa çalışmalarına doğrudan bir dahlimiz de mümkün değil.
Bu arada Avrupa Birliği bilerek veya bilmeyerek önemli bir rota değişikliği yaşamaya başladı. Bundan birkaç yıl öncesine bakıldığında Avrupa ekonomisi, demokrasisi ve yaşam standartları bakımından “standart“ bir coğrafya anlamına geliyordu. Avrupa’nın standartlarının esas olacağı düşünülen bölgede, bugün böyle bir durum yok. Mayıs 2004’ten sonra ise hiç olmayacak.
Yeni bir Avrupa meydana geliyor ve “Yeni Avrupa’nın“ değerleri de, sistemi de; ne mevcut ile ne de tasarlanan ile örtüşmüyor.
Bu arada Avrupa Birliği’nin temel eğilimine dikkat edildiğinde, sınırlarını genişletmekteki isteğinin, sınırları içerisinde olan bütün ülkelerin “Almanya gibi“ veya “Fransa gibi“ olması için bulunmadığı görülüyor...
Hatta Avrupa’nın geleceği tartışmaları öyle bir noktaya gelebilir ki, Türkiye’nin tam üyeliği konusu, bütün bir tartışmanın içerisinde gözden yiter. Ama yine Avrupa’nın geleceğinde olacağız. Çünkü Avrupa Avrupa Birliğinden daha büyük bir toprak ve daha fazla nüfus. Kaldı ki “Eski Avrupa’nın Yeni Avrupa’yı doğurduğu şu dönemde biraz ağırdan almak da belki daha iyi”...

"PKK İnfazları Açığa Çıkarılsın"



Terör ve darbelerin aynı merkezden hazırlandığını belirten Kürt siyasetçi İbrahim Güçlü, PKK’nın infazlarının açığa çıkarılması için çağrıda bulundu.
Kürt siyasetçi İbrahim Güçlü, terör örgütü PKK’nın infazlarının açığa çıkarılması için çaba gösterilmesini, sorumlularının yargılanması için imkan sağlanmasını istedi.Son 30 yılda 40 bin kişinin ölümünden sorumlu tutulan terör örgütü PKK, çok sayıda kurucu ve yöneticisini infaz etti.
Terör örgütü, çeşitli tarihlerde toplam 25 üst düzey mensubunu, sadece 1987 yılında ise 67 militanını çeşitli gerekçelerle öldürdü. PKK’nın infazlarının, ‘kol kırılır yen içinde kalır’ denilerek görmezden gelindiğini vurgulayan İbrahim Güçlü, şöyle devam etti:“PKK, infazlarının açığa çıkması için çaba gösterilmeli, sorumluları saptanmalı, onların yargılanması için olanak sağlanmalıdır. Öcalan yargılandığı zaman ve hakkındaki iddianame de incelendiği zaman, Öcalan’ın, PKK tarafından öldürülen askerler, güvenlik görevlilerinden dolayı yargılandığı görülecektir. Öcalan PKK içindeki ve dışındaki binlerce Kürt’ü infaz ettiklerinden açıkça bahsetmesine ve itiraf etmesine; bununla devlet için yararlı iş yaptıklarını açıklamasına rağmen, Kürt yurtseverlerinin infazlarıyla ilgili yargılanması yoluna gidilmemiştir. PKK tarafından infaz edilen Kürtlerin, devletin ortak ve aynı merkezli infazları olduğu anlayışından hareket edilmiştir.”
Türkiye’nin 40 yılık yakın tarihine bakılırsa çok tehlikeli gelişmelerle karşı karşıya olunduğunun tespit edilebileceğini ifade eden Güçlü, Türkiye’de terörün bir merkez tarafından idare edildiği; darbelerin de aynı merkez tarafından hazırlandıklarının kolaylıkla saptanacağını belirtti.

13 Şubat 2012 Pazartesi

Orduevlerinde Kışla Emekçisine Yer Yok



Bu tesisler, ordunun yükünü taşıyan kışla emekçisi genç subayların ve astsubayların leylek oldukları bir sofrada, tilkilerin ağız anatomilerine göre tanzim edilmiş tabaklar gibidir.
Taraf'tan Namık Çınar, TSK'nın sosyal tesislerine getirilen düzenlemeyi değerlendirdiği yazısında "Bütün yazını biraz Gümüldür’de, biraz Karpuzkaldıran’da, sonra da Side yahut Bodrum’da, veya Kıbrıs’ta; uydurabilirse kışın da Uludağ’da; geri kalan zamanını da, genel olarak yerleşik olduğu büyük kentlerin namütenahi tesislerinde geçirerek yaşayan; yaşarken de bu olanakları vergilerinden elde etmiş oldukları o topluma demediklerini bırakmayan, bir avuç askerî rantiyenin bozulacak olan çıkarlarıdır, esasen konuştuklarımız." dedi.
Çınar, kendilerini sivil toplumdan soğutagelen bu müesseselere, her biri halk çocuğu olan genç subay ve astsubayların zerre kadar ihtiyacı olmadığını belirtti.
İşte Çınar'ın analizi:
Orduevleri ve askerî kamplar 
Genelkurmay, “TSK mensupları arasındaki dayanışmayı arttırmak, moral ve motivasyona katkıda bulunmak” amacıyla, orduevleri, askeri gazinolar, kamplar, vb. gibi sosyal tesislerde, ifratlara varan ayrıcalıkları ve “kast” ilişkilerini nispeten törpülemek üzere bir emir yayınlamış. Daha ziyade, genel kullanıma açık olan ortak alanlarda, statüleri öne çıkaran bölümlemelerin yapılmamasını, buna yol açan her türlü yazı ve işaret tabelâlarının kaldırılmasını istemiş. Bu uygulama ile, personel arasındaki sevgi, saygı ve bağlılığı yoğaltmanın yanı sıra, orduevleriyle ilgili kamuoyunda dile getirilen tepkileri yatıştırmanın da hedeflendiği anlaşılıyor.
İşte bunu duyunca, sayısız örnekten biri olarak, yüzbaşıyken yaşadığım bir anı geldi aklıma. Şark’tayken, yıllık izne ayrılmış, eşim ve henüz bir yaşındaki bebeğimizle Patnos’tan Babaeski’ye doğru otomobille yola koyulmuştuk. Ankara’ya vardığımızda, o güne kadar kalmanın hiç nasip olmadığı orduevine yorgun argın kapağı atmış, gecelemek için bir oda istemiştik.
O yıllarda tüm orduevlerine hep “torpilliler” dolduruldukları için, görevli erler şımarık olurlar, tüm o yerleri sanki ele geçirmişlercesine, kimseyi adam yerine koymazlardı. Çalışan konumundaki subay ve astsubaylar da onlardan aşağı kalmazlar, birkaç üst komutana yalakalık yaparak yerlerini korurlar, ama o işletmelerin de içine ederlerdi.
Bir vakitler kışlalarda ortalığı haraca-berece kesmişlikleri yüzlerinden okunan kimi emekli albayların, şimdi üç paralık konforları uğruna, buralarda böyle süt dökmüş kedi gibi dolanmalarına tanık olur, öfkelenirdim.
Daha sonraki yıllarda ise, bu hâlleri gidermek üzere, bu sefer de “yok subaydı, yok kızıydı-kızanıydı, misafiriydi” diye ayırt dahi etmeyerek; işi, görevli erlerin her önüne gelene “komutanım” diyecekleri bir başka ifrata kadar vardırmışlardı.
Tabii, sadece Ankara’nın tuzu kuru yerleşiklerinin çevremizde güle oynaya fink attıkları züppe damatlarından, küstah gelinlerinden yer ve fırsat kalıp da, onca yol tepmiş olan bizlerle doğru dürüst ilgilenen dahi çıkmayınca, tahmin edeceğiniz üzere, onun yerine çıngar çıkmıştı. Ardından da dışarıda, kesemize uygun ve o yüzden de berbat bir yerde konaklamak zorunda kalmıştık.
Bu alan, çoğu kimsenin bitmez tükenmez orduevi hikâyelerindeki şikâyetleriyle doludur. Çünkü o tesisler, “kolaylık tesisleri” olmaktan çok, subay ve astsubayları sivillerden ayrıştırarak, sanki onları ayrıcalıklı imişler gibi göstermeye yaramıştır.Bu yalandan ayrıcalıklar, izolasyon yoluyla, geniş ordu kitlesinin gözlerinde “katarakt”a, muhayyilelerinde “üstünlük duygusu”na kapılmalarına ve böylece de anlamsız yere “şişinmelerine” yol açmıştır.
Oysa ayrıcalıklı ve üstün olanlar, bir avuç general ile, sadece konformizmin tadına varmış bulunan üst subaylar ve onların emeklileridir.
Anadolu’nun ve Trakya’nın özellikle küçük kentlerinde, merkezî konumları ve “özel” oluşlarıyla sırıtan bu mahfiller, sivil halkın indinde, kıskançça ve mesafeli olunan, müphem bulunup soğuk bakılan bir etkiye sahiptirler. O yüzden tek iyi yanları, askerliğini genellikle er olarak yapmış, kentli ya da köylü, geniş mütedeyyin kitlelerin militerizasyonunda olumsuz rol oynadıklarıdır. Çünkü, sivillerin de askerileşmesi demek olan militerleşme, daha çok devletin çeşitli eğitim tezgâhlarından geçirilip, biçimlendirilmiş olan “okumuşlar”ına has bir şeydir.
Aslında bu tesisler, haklarında konuşulanlara değecek düzeyde lüks ya da zevkli filan da değildirler. Onları çekici kılan, herkesin giremedikleri yerler olmalarında yatar. Eğer kendi parasal kaynaklarıyla yaratılmış ve işletilmiş olsalardı, berikilerde bu denli böbürlenmeler, karşıkilerde de bu ölçüde homurdanmalar olmazdı. Olanakların “Genel Bütçe”den karşılanması, elde edilen yavanlığa lezzet katmakta; “seçkinlik”leri, resmî bir mahiyet almaktadır.
Düşünsenize; örneğin her yerde olan deterjanlardan alıyorsunuz, ama buradaki markette KDV ödemiyorsunuz. İngilizler Hindistan’da bile yapmamışlardı, bunu. Oralarda üç-beş kuruşa içilen bir bardak çayın Türkiye halkına siyasal maliyeti, dudak uçuklatacak pahadadır.
Kaldı ki bu tesisler, ordunun tüm yükünü omuzlarında taşıyor olan kışla emekçisi genç subayların ve astsubayların leylek oldukları bir sofrada, tilkilerin ağız anatomilerine göre tanzim edilmiş tabaklar gibidir.
Bütün yazını biraz Gümüldür’de, biraz Karpuzkaldıran’da, sonra da Side yahut Bodrum’da, veya Kıbrıs’ta; uydurabilirse kışın da Uludağ’da; geri kalan zamanını da, genel olarak yerleşik olduğu büyük kentlerin namütenahi tesislerinde geçirerek yaşayan; yaşarken de bu olanakları vergilerinden elde etmiş oldukları o topluma demediklerini bırakmayan, bir avuç askerî rantiyenin bozulacak olan çıkarlarıdır, esasen konuştuklarımız.
O nedenle, kendilerini sivil toplumdan soğutagelen bu müesseselere, her biri halk çocuğu olan genç subay ve astsubayların zerre kadar ihtiyaçları yoktur. Bu kurumlar tümüyle kaldırılmalı, onun yerine, o ödeneklerle örneğin, genç subay-astsubayların yıllık izinlerinin bir bölümünü eşleriyle birlikte Paris’te, Barselona’da, Roma ya da Amsterdam’da geçirmeleri sağlanmalıdır. Genç yaşlarda edinilen gözlemler, Türkiye’nin demokratikleşmesine şaşılası ölçülerde katkı sağlayacaktır.

1048 kişi böyle fişlendi..!



Askeri casusluk ve şantaj davasında yargılanan çete, TÜBİTAK'taki 1048 personeli tek tek inancı, ideolojisi, zaafları vb. açıdan fişlemiş.
Radikal gazetesinin haberin göre, Türkiye’nin en büyük askeri casusluk soruşturması, TÜBİTAK’ta çalışan 5 bin personelin nasıl andıçlandığını da ortaya çıkardı. Gizlilik dereceli projeleri yürüten ülkenin kozmik kuruluşlarından TÜBİTAK’ta çalışan 1048 personel “ideolojik solcu, alevi, dinci, Ermeni, Yahudi, ülkücü” diyerek fişlenmiş. Listede yer alan bazılarının isimlerinin yanına da “porno sever, kadın düşkünü, kardeşi satanist, metalci” gibi özel yaşmına dair notlar yer alıyor. Fişlemede “güvenilir, desteklenmeli, ileride yükselmesini istiyoruz” denilen personelin bir süre sonra kritik görevlere getirildiği de öne sürülüyor.



TÜBİTAK fişlemelerinin eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un tutuklanmasına yol açan “internet andıcı” ile benzer tarihlerde yapılması dikkat çekiyor. 2007-2009 yıllarını kapsayan fişleme dosyası askeri casusluk ve şantaj çetesini soruşturan Ergenekon Savcısı’nın hazırladığı iddianamenin eklerine de girdi. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nda faaliyet gösterdiği öne sürülen askeri casusluk soruşturması kapsamında 2’si general 40 muvazzaf subayla birlikte 55 kişi tutuklanmıştı. Tutuklanan isimler arasında 3 TÜBİTAK çalışanı da bulunuyor. Tutuklananlardan birisi de TÜBİTAK’ın güvenliğinden sorumlu olan Yücel Çipli. Yapılan ev aramasında 2 adet power point sunum bulunmuş, fişleme dosyası bu bilgisayarlardan çıkmıştı.

Başkanın eşi Rummuş!

Fişlenen isimler arasında dönemin TÜBİTAK Başkanı Prof. Dr. Nükhet Yetiş’in eşi Prof. Dr. Mehmet Önder Yetiş de yer alıyor. Bir süre önce istifa eden Önder Yetiş, eşi ayrılıncaya kadar TÜBİTAK-MAM Başkan Vekilliği görevini üstleniyordu. Yetiş’in karşısına şunlar yazılmış: ”Amerika’da Nato Secan onayı almış bir cihazı (Milon-4 A) NATO ülkesi olmayan Rusya’ya başka bir proje kapsamında satışına göz yumdu. Özel şifre üreticisi sistemli (RNG) devreler Rusya’ya satılırken değiştirilmeden kullandırttı. Rum kökenli. Eski adamları mercek altında. Alternatif kadro konusunda Aytaç Paşa’ya önceki yıllarda teklifler sunulmuştu.”

Nükhet Yetiş: Haberim yok

Prof. Dr. Nükhet Yetiş, 2004 yılından 28 Ağustos 2011 tarihine kadar TÜBİTAK Başkanlığı’nı yapmıştı. Eşi de Gebze’deki tesislerde üst düzey görev yapıyordu. Ergenekon dosyasına giren fişlemeler Yetiş’in Başkanlık yaptığı 2007-2009 dönemini kapsıyor. Radikal’in konuyla ilgili sorularını cevaplandıran Yetiş, fişlemeden haberi olmadığını söyledi. Prof. Dr. Nükhet Yetiş, “Öyle bir şeyden haberim yok. Devam eden bir dava var. Böyle bir fişlemenin bizimle ilgisi yok. O kadar uzun zaman oldu ki hiç hatırlamıyorum. Bize de bir şey sorulmadı” diye konuştu. TÜBİTAK’daki fişlemelerde “değerlendirelim” diyerek olumlu referans verilen isimlerin daha sonra yükseltildiği ve kritik görevlere atandığı öğrenildi.

Kime, nasıl şantaj yapılacağı bile var

Z.E.Ş- Bizi kırmaz. Kızdardeşi E.Satanist grup lideri, kontrol altında tutulmalı
Ş.S-İdeolojik Alevi
S.A-Kadın zaafı var. Romanya fotoğrafları elimizde.
M.Y-Desteklenmeli
A.S.Ş-Merdan’ın ekibinden. İşe girmesini biz sağladık. Güven Paşa’nın referansı var. Güvenilir. İş paylaşabiliriz
U.D-İlgi grubunda. Aysam ilgilenecek
M.Ö.Y-Ezik birisi, işkolik, porno zaafı var. Kontrolümüz dışındaki firmalara iş veriyor
E.A-Norveç’li biriyle yaşıyor, dikkat edilecek
i.M.M-Rütbeli yakını Alevi
M.M-..Çok gizli ve önemli projelerimizi takip ediyor. Paşa’nın referansı var. İşçi Partisi’nde aktif. Sağlam ve güvenilir.
L.O-Yükseltelim
B.Ç-Yunanistan’a eşi üzerinden bilgi sızdırır. Koordine içinde.
L.Ö.Y-Dinci. Merdiven altında namaz kıldığı tesbit edildi. Fotoğrafları var
E.Ö- Ermeni
S.S-Metalci

Casusluk ve şantaj soruşturması nedir?

* 28 Nisan 2010’da emniyet birimlerine gelen bir mail ihbarında “Vika, Dilara ve Gül isimli kadınların liderliğinde bir fuhuş çetesinin yurtdışından kadın getirerek zorla fuhuş yaptırdığı, bu çete içerisinde 18 yaşından küçüklerin de bulunduğu” şeklinde bilgiler olduğu belirtildi.

* Örgütün yöneticisi olmakla suçlanan emekli Albay İbrahim Sezer’in evinde yapılan aramada bulunan DVD’deki dokümanlardan, çetenin savunma sanayiinin kritik projelerini yabancı servislere sattığı anlaşıldı. 3 TÜBİTAK çalışanı, 2 general ve 40 muvazzaf subayın da aralarında bulunduğu 55 kişi gözaltına alındı.

* İddianamede TÜBİTAK’ın yanı sıra ASELSAN, HAVELSAN gibi kurumlarda 5 bin kişinin fişlendiği öne sürüldü. 300 sayfalık iddianamede sözkonusu örgütün milli askeri proje yürüten TÜBİTAK, ASELSAN gibi kuruluşlardan proje çalarak yabancı istihbarat servislerine sattıkları iddia edildi.

* İddianamenin en önemli ayağını ‘gizli belgeler’ oluşturuyor. Çeşitli düzeylerde gizlilik taşıyan 165 bin belgenin sızdığı ortaya çıktı.

* Şantaj ve casusluk davası halen devam ediyor. TÜBİTAK’tan da 3 kişi yargılanıyor.

En ünlü fişleme skandalları

Batı Çalışma Grubu: Türkiye en kapsamlı fişleme operasyonuyla 28 Şubat sürecinde Batı Çalışma Grubu ile tanıştı. PKK’nın 2 numaralı ismi Şemdin Sakık’a ait olduğu ileri sürülen ifadelerden yola çıkılarak ‘Güçlü Eylem Planı 1’ hazırlandı. Bu planda bazı gazeteciler PKK’yla işbirliği yapmakla suçlanıyordu.

SOSYETİK FİŞLEME: Ses getiren ikinci fişleme vakası ise kamuoyuna ‘sosyetik fişleme’ olarak yansıdı. Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nın 26 Ocak 2004 tarihli yazısıyla ortaya çıkan bu fişlemede bazı askeri birliklere ve kaymakamlıklara “Kendisini ulusal değerlerin dışında-üstünde gören AB ve ABD yanlısı kişilerin izlenmesi” talimatı veriliyordu. Birçok işadamı, sanatçı vb. bu yolla fişlendi.

KAMU PERSONEL ÇİZELGESİ: Jandarma Genel Komutanlığı tarafından 2006’da hazırlanan ve “Kamu Personel Durum Çizelgesi” adı verilen belgelerin de bir andıç vakası olduğu ortaya çıktı. Bu çizelgede birçok bilginin yanında “siyasi düşüncesi, diniinancı” gibi bir bölüm de yer alıyordu. Andıçta dönemin Diyarbakır Valisi Efkan Ala’nın da aralarında bulunduğu idari amirler ve yargı üyeleri fişlenmişti.

SİVİL TOPLUM ANDICI: Genelkurmay Başkanlığı Bilgi Destek Daire Başkanlığı’nın 2006’da ‘Andıç’ başlıklı bir başka belge de bu kez TESEV, TÜSİAD gibi kamuoyunda bilinen kurumların da yer aldığı sivil toplum kuruluşlarının faaliyetlerinin fişlediği ortaya çıktı.

Lahİka-1 planı: İki yıl önce Taraf’ta yayımlanan ve Genelkurmay’ın Türkiye’yi biçimlendirme planı olduğu iddia edilen ‘Lahika 1’ isimli eylem planı da bir andıç olarak tartışıldı. Genelkurmay Başkanlığı tarafından hazırlandığı ileri sürülen ‘Bilgi Destek Faaliyeti Eylem Planı’ adındaki bu andıçta ‘üniversiteler, üst yargı organlarının başkanları, basın mensupları vb. kişiler hakkında bilgiler detaylı yer alıyordu.

EN BÜYÜK İHALE FRANSIZLARA GİTTİ




En Büyük stratejik ihale Fransızlara verildi
Süreç sessiz sedasız devam ederken, sözleşmenin önümüzdeki günlerde imzalanacağı öğrenildi. Fransız Ulusal Meclisi ile Cumhurbaşkanlığı'nın da ana hissedar olduğu Gemalto şirketinin e-pasaport çipleri için geliştirdiği sistemin güvenilir olmadığı, ABD'de yapılan uluslararası bir konferansta ispatlanmıştı.

Söz konusu ihaleyle ilgili süreç şöyle gelişti: Elektronik pasaport projesinin yürütülmesinde iki adım bulunuyor. Bunlardan ilki boş pasaport kitapçıklarının üretilmesi, diğeri bu kitapçıkların pasaport haline getirilmesi, kişi bilgilerinin ve fotoğraflarının girilmesi. Kitapçıkların üretilmesi aşaması, arka kapaklara çip (yonga) yerleştirilmesini de içerdiği için stratejik öneme sahip. Bu işlem, Darphane Genel Müdürlüğü tarafından ihale yoluyla yapılıyor. Üretimi, 2005 yılından bugüne kadar Malezya firması IRIS ile Türk ortağı Kunt sağlıyordu. 22 Aralık 2011 tarihinde yeni ihale açıldı. 12 Ocak 2012'de açıklanan sonuçlara göre, 5 teklif arasından Fransız Gemalto firması birinci oldu. İhale sonuçlarına itirazların ardından değişiklik olmazsa sözleşme imzalanacak. Firma, 5 milyon adet çipli kapak üretimi karşılığında yaklaşık 7,7 milyon Euro alacak.

Teknik şartnamede, önerilecek çipin dışarıdan müdahaleye karşı koruma sağlaması (hack edilememesi) isteniyor. Fakat Gemalto'nun önerdiği proje, bu şartı taşımıyor. İhaleyi kazanan firma, 'Infineon SLE 66 serisi' çip teklif etti. Bu çipin güvenlik zaafı olduğu 2010 yılında ortaya konuldu. Çipin şifresinin kırıldığı açıklandı. İki ihaleden birincisi, kitapçıkların üretimi safhasıyla ilgili, diğeri ise pasaportların kişiselleştirilmesiyle. Satın alma işlemi ile yetkili olan Dışişleri Bakanlığı, sistemi herhangi bir ihale mevzuatına tabi olmadan doğrudan teklif yoluyla yine Fransız Gemalto firması ile ilişkili Türk şirketi Proline'a verdi. Proline, Gemalto'nun yazılımlarını kullanıyor. Gemalto, ilginç bağlantıları ile dikkat çeken bir şirket. Ana hissedarı Fond Strategique d'Investissement (FSI) isimli bir kamu kuruluşu. 160 milyon Euro'luk yüzde 8,4'lük 'bir numaralı' hissenin sahibi. FSI'nın hisselerinin yüzde 51'i, 'inkâr yasasını' onaylayan Fransız Ulusal Meclisi'nin kontrolü altındaki kamu bankası CDC'nin. Geriye kalan yüzde 49 ise direkt Fransa Cumhurbaşkanlığı'nın kontrolünde. Avrupa'nın değişik ülkelerinde halka açık işlem gören şirketin web sitesinde, bu bilgiler açık olarak yer alıyor. Aynı şekilde Gemalto firmasının 2010 yılı faaliyet kitapçığında da bu bilgileri doğrulayan veriler yer alıyor.

11 Şubat 2012 Cumartesi

Yunanistan'ı ŞOK Eden Gelişme!



Yunanistan'ın reformları uygulamaması halinde bütçe kontrolünün AB'ye verilmesi konuşuluyor...
 Almanya Ekonomi BakanıPhilip Roesler, Almanya'nın Yunanistan'ın bütçesinin kontrolünü AB kurumlarına devretmesine yönelik bir plan hazırladığı yönündeki haberleri teyit etti. Roesler yaptığı açıklamada,  "Eğer Yunanistan, Euro Bölgesi kurtarma tedbirlerinde öngörülen  reformları uygulayamıyor ise bütçe politikasının kontrolünü  AB kurumlarına devretmeli" dedi.

'NAZİ İŞGALİ GÜNLERİ GİBİ'
Almanya bu önerisiyle bütçe açığını kapatamayan, vergi toplamakta zorluk çeken, kreditörlerine karşı mali yükümlülüklerini yerine getiremeyen, Yunanistan gibi iflasın eşiğinde bulunan ülkeleri -bir bakıma cezalandırmak amacıyla- ülke ekonomisini gözetleyecek, denetleyecek, bütçesini yürürlüğe sokacak - büyük bir olasılıkla Alman kökenli- Avrupalı bir komiserin tayin edilmesini talep etmişti. Ancak Almanya'nın önerisi Yunan kamuoyu ve basını tarafından İkinci Dünya Savaşı süresinde Nazi Almanya'sının Yunan işgali günlerinde uyguladığı yöntemlere benzetildi. O dönemde Almanya'ya karşı duyulan kin ve nefret duygularını canlandırdığı iddia edildi.
AB zirvesi bugün

Öte yandan Yunan Başbakanı Lukas Papadimos, Yunan ekonomisinin yeniden masaya yatırılacağı bugünkü AB zirvesine katılmak için Brüksel'e hareket etti. Yunan hükümetinin ülke ekonomisini iflasın eşiğinden kurtulması için ihtiyaç duyduğu 130 milyar euro civarındaki ikinci mali yardım paketi ile ilgili müzakerelerini ise hafta içinde tamamlaması bekleniyor.

Şair Uzman Jandarmadan İkinci Şiir. (Hak arayışı Uzman Jandarmayı Şair Yaptı)

Türkiye cumhuriyeti sınırları içerisinde uzman jandarmalarla ilgili haberleri  okumayan kalmamıştır muhtemelen. Astsubaylarla ...