
Metaksas sabırla açıkladı: “Türkler
bizim istilacı olduğumuzu biliyorlar. Önce çeteler çıktı karşımıza. Şimdi ordu
ile dövüşüyoruz. Yarın bütün Türklerle karşı karşıya kalacağız. Çünkü yalnız
dini değil, milli duyguları olduğunu da gösterdiler. Bütün Türklerle hiçbir
zaman başa çıkamamayız...”
“İftar duasını yaptığından beri hiç konuşmamış olan müftünün yüzü kızardı, koca
binbaşıyı çocuğuymuş gibi ”Sus” diye payladı. “...Vatan sevgisi imandandır,
vatana hizmet de ibadettir, ibadetlerin de en makbulüdür. Çünkü mutat ibadet,
kendi kurtuluşumuz içindir, vatan hizmeti ise herkesin kurtuluşu içindir, bence
daha makbuldür. Her ibadet gibi o da gösterişe, övünmeye, övülmeye gelemez. Bu
konuyu kapatalım.”
“Sabah M. Kemal ile Fevzi Paşalar trenle yola çıktılar. Vagon eski, sıralar
tahtaydı. Odunla çalışan tren saatte 30 km . hız yapabiliyordu. Yolda odun biterse,
görevliler trenden inip istasyon bahçesindeki, yol kıyısındaki ağaçları kesip
parçalıyor, onları yakarak yola devam ediyorlardı.”
“Kolbaşı “Sağ ol oğul” dedi, elindeki sobayla öküzünü dürttü. Kağnılar
tekerlekleri inleyerek kımıldayıp yürüdüler. Kağnıcılarının hepsi kadındı.
Yalnız üçüncü kağnıyı 12 yaşında bir erkek çocuk yediyordu. Kadınlardan biri
hamileydi. Yedinci kağnını yanında yürüyen sırım gibi genç kadının ayakları
çıplaktı. Bazı kadınlar bebeklerini torbalayıp sırtlarına bağlamışlardı.”
“Bir an önce taarruza geçmek, her imkânı kullanarak Türk ordusunu ezmek, halkı
yıldırmak ve Sevres Antlaşması'nı kabul ettirmek zorundaydılar. Bu amaçla
Kürtleri ayaklandırmak ve Kemalistleri arkadan vurmaları için Bedirhan
ailesinin reisi Emin Ali ve oğlu Celalettin'le ilişki kurmuşlardı.”
“Bir subay sessizce içeri girip Yarbay Naci Tınaz'ın önüne bir not bıraktı,
Yarbayın gözleri parladı: “Paşam! Sabah İzmit'i geri almışız.” İsmet Paşa
neşeyle,”Haydi kahve içelim” dedi. Yüzbaşı Cevdet Kerim İncedayı boynunu büktü:
“Affedersiniz paşam, kahvemiz bitti. Çay da daha gelmedi.” İsmet Paşa güldü:
“Bu güzel haberin şerefine bir şey içmeden olmaz. Haydi, birer sığara içelim.”
İlk sigarayı kendi yaktı.”
“...Üzülmeyin çocuklar. Ordu yaşıyor. Önemli olan bu. Demir yollarını
onarılamayacak gibi tahrip etmeyin. Sonra uğraşmayalım. Çünkü nasıl olsa
düşmanı mahvedip bu yoldan geri geleceğiz.” Son cümleyi o kadar inançla
söylemişti ki ezgin subayların duruşları bile değişti.”
“İSMET PAŞA, kırık bir sesle,” Taarruz çok ümit verici başlamıştı, iyi
gelişiyordu” diye söylendi. Yarbay Naci, “Haklısınız paşam...”dedi. Ama
geliştirmeye artık asker ve silah sayımız yetmiyor. Silahıyla birlikte
kaçanların sayısı, yirmi bini geçmiş durumda.”
“Kardeşlerim! Sizleri milletinin şerefini ve namusunu canından aziz bilen bu
genç ve yoksul orduya yardıma çağırıyorum!" “Paşam bana öyle geliyor ki bu
zor dönemi bu Meclis'le atlatamayız.” M. Kemal Paşa,
“Yanılıyorsun...”dedi.”Bence bu zor dönemi ancak bu meclis'le, onun sayesinde
atlatabiliriz. Öfkesine, isyanına, her tepkisine katlanacağız.” Çünkü bu Meclis
kavgacıydı, sabırsızdı, gevezeydi, genel olarak tutucuydu ama hiç kuşku yok,
yurt sever bir Meclis'ti.”
Kısa bir sessizlikten sonra, kadınlar ağır ağır ayağa kalkmaya başladılar ve
hiç konuşmadan ilerlediler, masanın önünde sıraya girdiler. Masanın üstü
parayla dolmaya başladı. Yanında para olmayanlar, yüzüklerini, bileziklerini
bırakıyordu. Gözleri görmeyen, beyaz başörtülü, yaşlı bir kadın çevresinden
yardım istedi: "Bana, ne olur Halide Hanım'ı bulun!" Halide Edip bu
yakaran sesi duymuştu, yaklaştı, "Benim, buradayım!" dedi. Kadın
eliyle okşayarak, Halide Edip'in yüzünü içine sindirdi: "Çamaşırcılık
yaparak geçiniyorum, kızım. Bunu, zor günüm için saklamıştım. Ama sözlerinden
anladım ki ordumuz benden daha zordaymış." Göğsüne bastırdığı sol elini
açtı, uzattı, yüzü gururla aydınlandı: "Al bunu." Derisi çatlamış
avucunda bir lira vardı. Halide Edip, gözlerinden yaş fışkırarak kadına
sarıldı, "Ah anam.." dedi içi titreyerek," ...bir kere daha iman
ettim. Kurtulacağız!”
“Kapı açıldı, kapının boşluğu içinde yaver göründü: "Emrettiğiniz yüzbaşı
geldi efendim." 'İçeri al." Nazır subaylara bilgi verdi: "Az
Önce sözünü ettiğim talihsiz olayın faili." Yüzbaşı bekletmeden içeri
girdi, kaygılı bakışlarla kendisini izleyen subayların arasından hızla
ilerleyerek nazırın masası önünde durdu, selam verdi: "Yüzbaşı Faruk,
İstanbul. Beni emretmişsiniz" Uzun boylu, kumral, yakışıklı, biraz bıçkın
havalı bir subaydı. Nazır önündeki bir yazıya bakarak, yumuşak bir sesle,
"Oğlum..." dedi, "... Dün akşam Beyoğlu'nda, İngiliz İnzibat
Subayı Teğmen Miller'i, emre rağmen selamlamamışsın. Doğru mu?"
"Evet, efendim, doğru." Nazır, dürüst subaya babacanca yol gösterdi:
"Herhalde görmediğin için selamlamadın, değil mi çocuğum?"
"Hayır, efendim, gördüm." Nazırın canı sıkıldı: "Niye selamlamadın
öyleyse? Selamlamanız için emir verilmişti" "Rütbesi benden küçük
olduğu için selamlamadım Paşam. Askerlik töresince, önce onun beni selamlaması
gerekmez miydi?" Ziya Paşa derin bir kederle ellerini açtı: "Askerlik
töresi mi kaldı a yavrum? Adamlar galibiyet haklarını kullanıyorlar. İngiliz Komutanlığı
bu sabah olayı protesto etti. Mesele çıkarılacak zaman değil. Hemen şu müzevir
teğmeni bul da özür dile. Olayı kapatalım." Başıyla çıkması için izin
verdi. Ama yüzbaşı yerinden kıpırdamadı: "Paşam, bir de beni dinlemenizi
rica ediyorum." Nazır bıkkınlıkla, "Söyle bakalım" dedi.
"Balkan Savaşanda teğmendim, Çanakkale'de üsteğmen, Suriye cephesinde
yüzbaşı oldum. Ben bu rütbeleri tek başıma savaşarak almadım. Her rütbemde
binlerce şehidin ve gazinin hakkı var. Onların hakkını korumak namus borcumdur.
Beni affedin, özür dileyemem." Harbiye Nazırı bozuldu: "Anlamadın
galiba. Harbiye Nazırı olarak emrediyorum." Yüzbaşı sükûnetle,
"Anladım efendim" dedi, apoletlerini bir hamlede söküp nazırın
masasına bıraktı: "Artık emrinizi dinlemek zorunda değilim!" Selam
vermeden dönüp kapıya yürüdü. Oturan subayların, İstanbul'u tutan birkaçı
dışında, hepsi saygıyla ayağa fırladı. Hepsinin rütbesi yüzbaşıdan daha
büyüktü. Gözleri dolarak, yüzbaşıya selam durdular. “Hızla pencereye yürüdü,
perdeyi yırtar gibi açtı: "Lütfen bakınız! Bu tren, az önce Eskişehir'den
geldi, vatanına kan borcunu Ödeyen gazileri getirdi." Bekir Sami Bey
pencereden dışarı göz attı. Acemi askerler, kaba tahta sedyelerde yatan ağır
yaralıları, hiç konuşmadan, yük vagonlarından alıp Cebeci Hastanesine götürmek
için istasyon önünde bekleyen araba ve kağnılara taşıyorlardı. "... Biraz
sonra da, şimdi yaralı arkadaşlarını taşıyan şu gencecik askerleri alıp cepheye
götürecek. Bu insafsız ve vahşi savaşı, kendi vatanında garip dolaşan bu mazlum
millet mi başlattı beyefendi?" Bekir Sami Bey, "Hayır efendim"
diye mırıldandı. "... Üzerine kinle, entrikayla, ateşle gelen dış
düşmanlara ve içerdeki hainlere ve gafillere karşı, namusunu ve vatanını
savunmaktan başka ne yapıyor? Biz bu zavallı milletin maddi ve manevi
haklarını, sırf lütuflarını kazanmak için yabancılara nasıl bağışlayabiliriz?
Asıl o zaman tarih ve millet önünde sorumlu olmaz mıyız? Kendimizi kurtarmak
için geleceklerimizi satarsak, bu insanlar, ilerde hepimizi lanetle anmazlar
mı?" Bekir Sami Bey pencereden istasyona bakıyordu hâlâ. Bir asker,
kucağında küçük bir çocukla vagondan aşağı atladı. Çocuğu yerde bekleyen
askerin kollarına bıraktı, bir başka yaralıyı getirmek için tekrar vagona
girdi. Bekir Sami Bey, birden gözlerinin dolmasına engel olamadı. Çocuk sandığı
şeyin, iki bacağı da kökünden kesilmiş genç bir subay olduğunu fark
etmişti."
İÇ ANADOLU'ya yaklaştıkça, kurt hücumuna uğramış koyunlar gibi birbirine
sokulmuş kerpiç evlerden kurulu yoksul, neredeyse erkeksiz köylerden, kel dağların
eteklerinden, kıraç topraklardan geçerek, karanlık, bakımsız kasaba ve
şehirlerde konaklayarak ilerleyen kafile, altı gece ve yedi gün süren yorucu
bir yolculuktan sonra akşama doğru Ankara'ya ulaştı. Altı yüzyıllık devletin
anavatanı Anadolu, bütün imparatorlukların anavatanlarının tersine, utanılacak
kadar yoksul ve bakımsızdı. Nesrin'in neşesi sönmüştü. Onun hayal kırıklığını
fark eden tel gözlüklü Doktor Kâmil Bey, "Bak kızım..." demişti,
"...bir tekerleme vardır, bilir misin: Çalıydı, çırpıydı ama evimdi.
Anadolu da yoksuldur, çıplaktır, bakımsızdır ama vatanımızdır. Osmanlı Devleti
Anadolu'yu sürgün idarecilerin, mültezimlerin, mütegalibelerin, ağaların, cahil
hocaların, şeyhlerin İnsaf ve izanına terk etmiş. Halk uyanamamış, hayatı
zar-zor sürüklemekle yetinmiş. Onun için şehirlerimiz, topraklarımız böyle.
Hele şu vartayı atlatalım, el birliği ile Anadolu'yu şenlendirir, halkımızı da
uyandırırız. Buraları 40 yıl sonra tanıyamazsın. Vatan artık padişahın mülkü
değil ki, herkesin. Bunu anladığı gün halk sabana, kazmaya, çekice, kaleme,
başka bir hevesle sarılacaktır."
SAĞDAKİ TAKIM, Sapanca batısında duraklamış, ilerlemiyordu. Tabur komutanı
öfkelenmişti. Sabredemedi, ateş hattına daldı, yata kalka ilerledi, takım
komutanını buldu. Takım komutanı tabura yeni katılmış deneysiz bir yedek
teğmendi. "Niye hücum etmiyorsun?" diye çıkıştı. Teğmen kekeledi:
"Askerin çoğunun süngüsü yok komutanım..." Komutan parladı:
"Süngüsü yoksa dipçiği, küreği, yumruğu, tekmesi, dişi, tırnağı yok mu?
Çek silahını askerin önüne geç.. Sesi yumuşadı, teğmeni belki de ölüme
yolluyordu: "... Haydi, oğlum, Mehmet seni takip eder." "Anladım
komutanım." Az sonra savaş sisi, top uğultuları ve makineli tüfek
takırtıları içinde takım hücuma kalktı. Çok geçmeden Yanıkköy'e
girecekti." Bakışlarını dolaştırdı, "Bir şey sormak
istiyorum..." dedi, "... Askerlik çağına gelmiş çocukların çoğu
köyde. Öğrendim ki çocukları elbirliği ile saklayıp askere göndermemişiniz.
Benim oğlumu da köyde tutmuşunuz." Uzun bir sessizlikten sonra muhtar,
"Evet, doğrudur" diye mırıldandı. "Niye böyle ettiniz ki? Yaşlı
muhtar dikildi: "Bak Gazi Çavuş, yaşıtlarından köye bir sen geri döndün.
Ötekilerden hiç haber yoktur. Ocaklarınız sönmesin diye oğullarınızı koruduk.
Yanlış mı ettik?"Bakışlarını dolaştırdı, "Bir şey sormak istiyorum.."
dedi, "... Askerlik çağına gelmiş çocukların çoğu köyde. Öğrendim ki
çocukları elbirliği ile saklayıp askere göndermemişiniz. Benim oğlumu da köyde
tutmuşunuz." Uzun bir sessizlikten sonra muhtar, "Evet,
doğrudur" diye mırıldandı. "Niye böyle ettiniz ki? Yaşlı muhtar
dikildi: "Bak Gazi Çavuş, yaşıtlarından köye bir sen geri döndün.
Ötekilerden hiç haber yoktur. Ocaklarınız sönmesin diye oğullarınızı koruduk.
Yanlış mı ettik?" Gazi Çavuş ayağa kalktı: "Yanlış etmişiniz Muhtar
Ağa. İşgal ne, düşman nedir bilseydiniz böyle yapmazdınız herhalde. Savaş daha
bitmedi. Biz tükeninceye kadar dövüştük. Sıra oğullarımızdaydı. Çocukları
analarının etekleri altında saklamaya devam ederseniz, bu sefer bütün milletin
ocağı sönecek, her gün ağlayacağız. Ben yarın oğlum Ali'yi askere götüreceğim.
Haydi, Allah rahatlık versin.
“Bir masada acele acele yazısını bitirmeye çalışan Ali Kemal'i görünce sevindi.
Hemen yanına oturdu. Ali Kemal, yazmaya ara verip, "Gördün mü Molla
Bey." dedi, "... Korkmaya gerek yokmuş. Bizim düzme kahramanlar, on
günde perişan oldular." "Evet. Çok şükür." "Ankara'ya doğru
kaçıyorlarmış. Yunan Yüksek Komiseriyle konuştum, Yunan ordusu, yorulduğundan
değil, artık takibe değecek bir kuvvet kalmadığı için duraklamış. Ordu, biraz
dinlendikten sonra hareket edip bizim kabakçıların yuvası Ankara'ya
yürüyecekmiş. O zaman her biri bir yere kaçar, M. Kemal saklanır, yine biz bize
kalırız." Kahkaha attı. Ertesi sabah yayımlanacak olan yazısını çabucak
tamamlayıp çağırdığı Rum şef garsona verdi: "Bunu hemen gazeteye yolla.
Bize de kahve ve Yunan konyağı getirsinler."
“En ümitsiz kişi, oynak mizaçlı şair Süleyman Nazif'ti. "Bunca düşmana,
felakete, musibete, talihsizliğe, yoksulluğa karşı bir M. Kemal ne
yapabilir?" diye sızlanıyor, cevabını da kendi veriyordu: "... Hiçbir
şey." Bu duyguyla Milli Mücadele aleyhinde yazılar yazıp Ali Kemal'in
Peyam-ı Sabah gazetesine göndermeye başlayacak, bu yüzden bütün sürgünler
tarafından boykot edilecek, sürgünlük boyunca bir başına kalacaktı.”
“Saraycı gazeteler ise bayram ediyorlardı. Bu karışık ortam, gafilleri ve
hainleri harekete geçirdi: Yunan askerleri köyleri yakıp Türk kadınlarının
ırzına geçerken, Kütahya Belediye Başkanı Hüseyin Hüsnü, General Papulas'ı
ziyaret ederek başarısını kutladı, 'Kütahya'ya milliyetçilerden kurtardığı için
teşekkür etti. Gerici Konya isyanının elebaşlarından Delibaş Mehmet İzmir'de
ortaya çıktı, sık sık Yunan Ordu Karargâhını ziyaret etmeye başladı. Yeni bir
pisliğe daha bulaşacağı anlaşılıyordu. Milli ordunun yenilmesine sevinen saraya
bağlı din adamları ve siyasetçiler, Yunanlılarla elbirliği yaparak Milli
Mücadele'yi bütünüyle söndürmeyi amaçlayan Anadolu Cemiyeti adlı gizli bir
örgüt kurmak için hazırlığa giriştiler. Başlarında Vahidettin'in beş kez
Şeyhülislamlığa getirdiği İngiliz işbirlikçisi Mustafa Sabri Efendi vardı.”
PORSUK IRMAĞI'nın kuzey kıyısındaki patikada kırk kadar askerden oluşan bir
birlik, düzensiz bir şekilde yürümekteydi. Hepsi dökülüyordu. Birkaçı çıplak
ayaktı. Bazıları ayaklarına çuval, çaput sarmıştı. Yaralılar yardımla yürüyorlardı.
Cephe yarılınca o kızılca kargaşalık içinde taburlarından ayrı düşmüş, ormanda
kaybolmuş, dövüşmüş, alayı aramak için vakit kaybetmiş, ordunun gerisinde
kalmışlardı. Belki daha güvenlidir diye Porsuk'un kuzeyine geçerek, orduya
yetişmeye çalışıyorlardı. Asker kaçaklarını arayan bir süvari müfrezesi
birdenbire tepeden aşağı inerek çevrelerini sardı- Müfrezenin komutanı, yüzü
yaralı bir yüzbaşıydı, öne çıkıp selam verdi. Yüzbaşı eli tabancasında, çavuşa
ve birliğe göz attı. Kaçağa ve bozguncuya benzemiyordu bunlar: "Hangi
birliktensiniz?" "4, Tümen, 55. Alay, 3. Tabur, 1. Bölükteniz
komutanım!" "Bölüğün geri kalanı nerde?" "Bölükten geri
kalan budur." "Nereye gidiyorsunuz?" "Duyduk ki ordu Sakarya
ötesine çekiliyormuş. Biz de oraya gidiyoruz. Alayımızı orada arar
buluruz." Yüzbaşı sevindi. Bunlar silahlarının şerefini sonuna kadar
korumaya kararlı sahici askerlerdi. Sesi yumuşadı: "Şu tepenin ardında,
suyu bol bir küçük köy var. Orada dinlenin. Sonra durmadan doğuya yürüyüp
Sakarya'yı aşın. Ama birliğini köye bu haliyle sokma. Halkı üzmeyin. Anladın
mı?" Çavuş anlamıştı: "Evet komutanım! Köye sanki belimiz kırılmamış
gibi gireceğiz. Başüstüne!" Yüzbaşı yüzüne gülümseyerek atının başını
çevirdi. Kaçak ve bozguncu avlamak için dörtnala uzaklaştılar. Müfreze
uzaklaşana kadar selam duran çavuş, elini indirip birliğe döndü:
"Duydunuz. Halka teftiş vereceğiz. Ona göre. Sıraya gir! Çabuk, çabuk,
çabuk! Hazır ol! Arş!" Ayaklarını sürüyerek yürümeye başladılar. "Bu
ne biçim yürüyüş len? Başınızı kaldırın. Canlı yürüyün. Haydi, hep
beraber." Kalan son gücüyle marşa başladı: Annem beni yetiştirdi Bu ellere
yolladı Al sancağı teslim etti Allah'a ısmarladı...” “Sonuç belli olmuştu.
Ordu, 1643 şehit, 4.981 yaralı ve 374 esir vermiş, 18 top, 47 ağır, 34 hafif
makinalı tüfek kaybetmişti. Elde yalnız 28.825 tüfek kalmıştı. Gerçek buydu.
“Kaçak sayısı?” “Tam sayı belli oldu. Şaşırmaya hazır ol:30.809 “Neee? “Üstelik
bunların 30.122'si de tüfeği ile kaçmış. O yüzden elimizde az tüfek kaldı.”
“Ordunun yarısı bu!” “Ne yazık ki evet.” M. Kemal isyanla ayağa kalktı:
"Anadolu'yu yüzlerce yıl, yalnız canına ve malına ihtiyacın olduğu zaman
hatırlarsan, bunun dışında kaderine terk ve cehalete teslim edersen, sonuç
tabii böyle olur. İnsanlarımızı okutmamış, bilinçlendirmemiş, kafalarını ve
yüreklerini milli bir terbiyeden geçirmemişiz ki. Cami okullarında ve
medreselerde, ne tarih, coğrafya dersi verilir, ne de vatan, millet nedir
öğretilir. Bu yüzden iki yıldan beri düşman kadar, cahil, gafil ve hainlerle de
uğraşıyoruz. Komutanlar bu sefer çok dikkatli olsunlar, bozgunculara fırsat
verilmesin." "Başüstüne." “İsmet Paşa, "Mevzileri bir an
önce hazırlamak için çevre halkından yardım istedik." diye bilgi verdi,
"... Kazmasını, küreğini ve çocuğunu alan geldi. İşçi taburları kurduk. Tarlada
çalışır gibi canla başla siper kazıyor, yol açıyor, yorgun orduya yardım
ediyorlar. Gördüğün gibi çoğu da kadın. Kadınlarımızın hakkını nasıl
ödeyeceğiz, bilmem." M. Kemal Paşa, yüreğinden gelen bir sesle,
"Ödeyeceğiz İsmet..." dedi, "... Ödemek zorundayız."