4 Mart 2012 Pazar

LİBYA’DAN ÇIKAN DERSLER…



 Altı ay süren Libya Savaşı sona erdi. Libya’da geçici bir yönetim de kuruldu. Ancak Afganistan ve Irak’ta da mümkün olduğunca çabuk biçimde geçici yönetimler kurulmuştu. Daha sonra istikrarı sağlamakta sıkıntılar yaşandı. Libya’da Kaddafi rejimi devrildi. Ama Libya için de Afganistan veya Irak’a oranla daha somut veya daha kesin bir gelecekten söz etmek henüz mümkün değil.
NATO’nun aceleden uzak durması ve zaferi isyancıların kazanması için sabretmesi belki olumlu olarak değerlendirilebilir. Fakat geçen süre Libya için yıkımı ve Libyalılar için ölümü artırdı. Bu savaşta kaç Libyalının öldüğü belki hiçbir zaman bilinmeyecek. Bu savaşın Libya’ya gerçek maliyeti uzun zamanda hesaplanabilecek. Büyük bir olasılıkla bu sürecin Libya’ya getirdiği mali zararın karşılanmasının maliyeti zarardan da yüksek olacak. BM Güvenlik Konseyi’nin kararı Libya’da daha az can kaybı olmasını ölçüt almalıydı.
Libya Savaşı BM Güvenlik Konseyi’nin 1973 sayılı kararından alınan güçle yapıldı. 17 Mart 2011’de BM Güvenlik Konseyi “gereken bütün önlemlerin” alınarak “sivillerin” korunmasını talep etmişti. Elbette “siviller” konusu bir hayli yoruma açık. Nihayetinde Libya’dan aylardır yayınlanan görüntülerde yer alanların herhangi birisinin “gerçekten sivil” olduğunu en iyimser bakış açısıyla dahi varsaymak çok zor. Ama ilgili karar ve bu müdahale bundan sonra –dünyanın her yerinde- örnek alınabilir, gösterilebilir…
Karar ayrıca harekâtın hava ve deniz gücü ile yapılmasını öngörerek, kara gücü olmamasını şart koşuyordu. Libya’ya az sayıda sızan “uzman” ve “danışman” dışında bu kararın ciddi bir ihlali olmadı. Söz konusu timler ise ait oldukları ordu adına hareket eden, ama NATO ile temas halinde olan ve yerdeki isyancılar ile havadaki uçakların koordinasyonunu temin eden İngiliz, Fransız, Katar ve BAE özel kuvvetleriydi.
BM Güvenlik Konseyi’nin kararı Libya’da “rejim değişikliği” ve “Kaddafi’nin düşürülmesini” öngörmüyordu. Ama kararın gereği -sivillerin korunması- sağlandığında Libya’da rejim değişikliğinin ve Kaddafi’nin bir şekilde gidişinin refleksif sonuç olacağı belliydi. BM Güvenlik Konseyi son derece dikkatli hareket ederek, her türlü olası hassasiyeti gözeten bir karar aldı ve süreci kendi akışına bıraktı.
Libyalı isyancılar kıt askeri bilgi ve malzemeyle ayaklandılar. Eğer kaybetselerdi, her şeyin sonu olacaktı. Ama NATO desteği onların kaderini değiştirdi. Buna rağmen altı uzun ay dahi sürse de, Libya’nın toplama ordusunu yenmeyi başardılar. NATO aceleci davranmadı. Yoğun bir ateş dalgasıyla Kaddafi rejimini devirmeyi tercih etmedi. NATO savaşın dünya kamuoyunun gündeminde büyük yer tutmasına da müsaade etmedi.
NATO’nun müdahalesi sınırlı ve kurallara sadık biçimde gerçekleşti. NATO –hiç şüphesiz- BM Güvenlik Konseyi’nin ilgili kararına tereddütsüz bağlı kaldı. ABD harekâtta öne çıkmamayı tercih etti. Bununla birlikte ABD harekâta istihbarat, haberleşme, gözlem, tanımlama ve tanker uçaklar gibi değerli olanaklar sundu. ABD “bu defa” harekâta katılmayanları “düşman” olmakla suçlamadı. ABD bu harekâtta BM ile çelişkiye de düşmedi.
NATO’nun devreye girmesi 31 Mart 2011’de gerçekleşti. Ancak gerçek müdahale 19 Mart’ta ABD, İngiltere ve Fransa’nın katılımı ile başladı. Bu süreçte geçiş çok yumuşak gerçekleşti. Hava operasyonları isyancılara çok ciddi bir avantaj sağladı. Kaddafi rejiminin zayıf ordusunun ilerlemesi ve kabiliyeti durduruldu. Rejimin askeri kapasitesi içerisinde ne varsa topçu bataryalarından komuta merkezlerine, basit araçlardan mühimmat depolarına kadar bu sayede etkisiz hale getirildi.
Hava saldırılarını ABD, İngiltere, Belçika, Kanada, Danimarka, Fransa, İtalya, Norveç ve BAE gerçekleştirdi. Hollanda, İspanya, İsveç, Katar, Ürdün ve Türkiye de saldırı düzenlemeden uçuşa yasaklanan bölgeyi denetlediler. Ama harekâta katılan ittifak üyelerinin Libya’ya ve Libya’nın geleceğine ilişkin bakış açıları homojen değildi. Almanya ve Polonya gibi bazı NATO üyelerinin hiç katılmadığı harekâtta bazı üyeler ise çok sınırlı bir katılımı tercih etti. Libya’daki deneyim NATO’nun bir savaşa veya ihtilafa müdahil olması gerektiğinde bütün üyelerin katılımının çok gerekli olmadığını gösterdi. NATO bundan sonraki olası operasyonlarda da –Libya’da olduğu gibi- “çekirdek grup” ile hareket edebilir. O nedenle NATO’nun “artık” yeni bir evrede olduğu ve “iki vitesli” hale geldiği değerlendirmesi yapılır.
Kaddafi rejiminin savaş sırasında dile getirdiği “NATO bombardımanından kaynaklanan sivil kayıpları” iddialarına karşılık, harekât sırasında sivil kayıp olmadığı görülüyor. Irak ve Afganistan’daki savaşların olumsuz deneyimlerine karşılık bu defa “fiyaskosu olmayan bir operasyon” gerçekleşti.
Harekâtın hukuki çerçevesi, siyasi zemini ve askeri boyutu böyle biçimlendi. Kaddafi rejimi hiçbir zaman özgür dünya için büyük bir tehdit teşkil etmedi. Kaddafi’nin ordusu dahi zayıftı. Kaddafi’nin petrolü de -bütün dünya piyasası ölçüsünde- herhangi bir belirleyiciliği bulunan bir miktara denk gelmiyor.
Belki komplo teorisi olarak da yorumlanabilir. Ama Libya’nın “laboratuar” ve Libyalıların “denek” olduğunu düşünmek için çok neden birikti. Hatta Libya Savaşı’nın tüm boyutları ve evreleriyle bir “kostümlü genel prova” olduğu da düşünülmeli.

2 Mart 2012 Cuma

Adalet Bakanı'ndan Pozantı açıklaması!


"4 kişi görevden alındı"

Adalet Bakanı Sadullah ErginPozantı M Tipi Çocuk Cezaevi’ndeki tutuklular arasında bulunan 7 çocuğun, yaşadıkları tecavüz, taciz ve işkenceyi el yazılarıyla yazıp İnsan Hakları Derneği'ne vermesiyle ortaya çıkan olayla ilgili açıklama yaptı.

Ergin: Adli soruşturma başlatılmış, disiplinsoruşturması da başlatılmıştır. 2011’in Kasım ayında. Alınan ifadelerde bugün gündeme gelen konularla ilgili bir tespit olmamıştır. Yaklaşık 10 gündür bu konular gündeme taşınmış, bu konuda mevcutsoruşturmaya ilaveten Adalet Bakanlığı’nın üç tane cezaevi denetim elemanı Pozantı Cezaevi’nde psikologlar eşliğinde çocuklarla mülakat yapmakta. Hem adı geçen kişilerle, hem de ilgili olan tarafların tamamıyla bir çalışma yürütmektedirler.

Bu çalışma neticesindeki tabloya göre her türlü adli idari tedbir alınacak. Bununla ilgili herhangi bir karanlık nokta kalmasına izin verilmeyecektir.

200 ÇOCUK BAŞKA CEZAEVİNE NAKLEDİLECEK

200 çocuk Sincan Cezaevi'ne nakledilecek.

Pozantı M Tipi Çocuk Cezaevi'nde 4 kişi görevinden alındı.

Bu soruşturma süresince 200 civarındaki çocuğun ruh sağlığını da düşünerek, psikologların pedagogların da önerisiyle, cezaevindeki tüm çocukların, Sincan Cezaevi’ne nakilleriyle ilgili bir karar alınmıştır. Bu çocuklarımız buradaki birer kişilik odalara nakledilecektir.

Bir idari tedbirimiz de söz konusudur. O da Pozantı Cezaevi’nde görev yapan personelimizi görevden alarak başka görevlere atıyoruz. Geçmiş dönemde cezaevinde çalışan bir ikinci ve birinci müdürü de görevden alarak başka görevlere atıyoruz. Bugün itibariyle idari tedbir uygulaması başlatılıyor. Çok ciddi şekilde olayın üzerine gidiyoruz. Bu konuyla ilgili olarak daha önceki beyanlarda, disiplinsoruşturmalarında dile getirilmeyen beyanların ortaya çıkmasına yönelik bizim kontrolörlerimizin verdiği bir ön bilgi var. O nedenle idari tedbir uyguladık. Daha sonra bunları tekrar gözden geçireceğiz.

İHMALİ HOŞ GÖRMEYİZ

Bu aşamada daha net bir şey söyleme taraftarı değilim. Bu konuda tüm iddiaların araştırılacağı, hiçbir ithamın karanlık noktasında kalmayacağı, sonuca ulaşana kadar çalışmamız sürecek.

NAKİLLER 1 HAFTA İÇİNDE GERÇEKLEŞECEK

Bu konuda en ufak bir ihmali hoş görecek değiliz. Tutuklular arasında suç oluşturan bir fiil var ise bunların gereği yerine getirilecektir.

Bu soruşturmanın sonunda, bir sorumlu çıkar yada çıkmaz, bu kadar yayın çıktıktan sonra, onların o cezaevi altında olmasının yanlış olacağını düşünerek nakil kararını kararlaştırdık. Bu süreci takip edeceğiz. Bir hafta içinde de bu nakiller gerçekleşecek.

TÜRKİYE ORTADOĞU’NUN SOLUK BORUSUDUR




Ekonomik kriz başta AB olmak üzere batı dünyasını derinden sarstı. Krizin başlangıcındaki “U”, “W” ve “L” teorilerinin hepsi geçerliliğini koruyor. Küresel krizin bundan sonra izleyeceği rotada halen her üç olasılık da geçerli. Belki bir toparlanma olabilir. Ama bunun kısa vadede gerçekleşmeyeceği kesin. İyileşme safhası orta veya hatta uzun vadede gelebilir.
Eğer batı dünyasında bugüne kadar yapılan açıklamalar doğru olsaydı Yunanistan ve Yunanistan gibi ülkelerde devlet iflası olmazdı. Batı dünyası verimliliğini, üretkenliğini, zamanını ve enerjisini yitiriyor. Küresel kriz bütün batı ülkelerinin yatırım ve harcama kabiliyetlerini derinden etkiledi. Bunun olumsuz tesirleri bundan sonra daha sık ve daha derinden hissedilecek.
Ekonomik krizin küresel düzlemdeki etkileri, batı dünyasında yer alan ve sarsıntıyı aşamayan ülkelerde bundan sonra daha çok ve daha yoğun olacak. Açıkçası; birçok batı ülkesinin kısa vadede krizden çıkmayı başarması zayıf bir olasılık. Bir kısmının da krizden orta vadede çıkmayı başarabileceği meçhul…
Elbette küresel ekonomik krizin en kötü biçimde sarstığı adreslerden birisi de AB. Çünkü AB Avrupa’nın birliğinin korunabilmesi için büyük çaba harcamak zorunda. Fakat yine de bu eforun hedeflenen sonucu sağlayacağı da kesin değil. Yine de AB bütün gücünü ve sermayesini sorunlu ülkelerin kurtarılmasına harcıyor.
Bu sıkıntılı sürecin devamında -küreselleşmenin olumsuz sonucu- batı dünyasının doğu ile ilişkileri de sorunlu bir hal alabilir. Nihayetinde batılı ülkelerin Ortadoğu ülkelerine yapabileceği kalkınma yardımı ve yatırımlar azalacak. Bu kaçınılmaz durumun batı ve doğu arasındaki ticari, iktisadi ve hatta siyasi ilişkilerin nabzını etkilemesi, değiştirmesi kaçınılmaz.
Konjonktürdeki değişim her ülkeyi kendi önceliklerini daha çok önemsemeye zorluyor. AB ve ABD kendi sınırları içerisindeki mali ve iktisadi yangını söndürmek zorunda. Aksi halde bunun siyasi yansımaları sert biçimde yaşanacak.
O nedenle batı dünyasının bundan sonraki evrelerde doğu dünyasını tatmin etmesi ihtimali zayıf. Çünkü batılı ülkeler zayıflayan yatırım güçleri nedeniyle uzun vadeli, istihdam yaratacak ve ekonomiyi çeşitlendirecek projeler yerine doğrudan mal satma veya taahhüt projelerine yönelmek zorunda.
Batı dünyası böylelikle reel sektörü kuvvetlendirmeye, üretimi artırmaya, istihdamı yükseltmeye ve yaşam standartlarını iyileştirmeye çalışacak. Çok büyük bir olasılıkla “Batı için ekonomik krizden çıkışın alternatif maliyetini” Ortadoğu ödeyecek. Ortadoğu ülkeleri batıdan gelecek yardımın, yatırımın, sermayenin ve istihdamın azalacağı gerçeğini kabullenmek zorunda.
Hâlbuki “batının krizden çıkışının alternatif maliyeti” doğu dünyası açısından “kritik eşik” olarak nitelenmesi uygun sınırların çok üzerinde! Ortadoğu tarihinden yeni bir sayfanın yazıldığı bir dönemdeyiz. “Asla değişmez” denilen rejimler değişiyor. “Asla gitmez” denilen liderler gidiyor. Ama küresel krizin bölgesel yansıması dengelenemezse, “küresel çöküş” Ortadoğu’dan başlayabilir.

SARKOZY’NİN ALAFRANGA PLANI




Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin Fransız Ulusal Meclisi’nden çıkardığı karar, içi yılan dolu bir sepet gibi. Sarkozy kendine “par exellence” bir plan uyguluyor. Bu planın sonu karanlık. Sarkozy büyük bir olasılıkla, tarihe geçme ihtirasıyla bu adımları atıyor.
Gerçekten de Sarkozy başarılı olursa Paris’teki hediyelik eşya satan dükkanlarda onun bire bir ve gerçekten boyundan daha büyük heykelcikleri satılabilir. Çünkü “cep Napoleon’u” tarih kitaplarına geçecek ölçekte birtakım gelişmeleri tetiklemeye gayret ediyor.
Paris’in gösterdiği çabanın merkez noktasında Türkiye’yi tepkiselliğe ve fikri karşıtlığa zorlama amacı var. Türkiye’nin mümkün olduğu kadar öfkeli, kızgın, tepkili olması veya gösterilmesi Sarkozy’nin kendisini önemli hissetmesi için ve Paris’in önümüzdeki birkaç yılı kapsayan kısa vadedeki hedeflerinin gerçekleşmesi için çok önemli.
Türkiye’nin tarihine ve kimliğine yönelik bir harekete refleksif biçimde sertlikle karşı çıkması, Paris’in Türkiye’yi “tehditkâr” görmesini ve göstermesini sağlayacak. Türkiye, hedeflerine tehdit ve şantajla ulaşmaya çalışan bir ülke olarak sunulacak. Türkiye, üyesi olmak istediği Avrupa Birliği’ne de, üye ülkelerine de saygısızlıkla itham edilecek. Türkiye, müttefiklerinin parlamentolarının aldığı kararlara gereken saygıyı göstermeyen bir ülke olmakla suçlanacak.
Paris bu sayede Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin daha da kötü bir hale gelmesini temin edecek. Fransa, önümüzdeki dönemde Türkiye’nin gösterdiği ve göstereceği tepkiler nedeniyle gümrük birliğinden çıkmasını savunabilir. Hatta Türkiye’nin Dünya Ticaret Örgütü’nden ihracını dahi talep edebilir.
Fransa’nın provokasyonunun hedefinde “Türkiye’nin Avrupa Birliği’nin ortak değerlerine yabancı olduğunu” savunmak için gereken delilleri elde etmek var. Aynı çerçevede “Türkiye’nin komşularıyla geçinemeyen, komşusu olmayan Avrupa Birliği üyesi ülkelerle de kavga eden, çatışan doğulu bir güç” olduğu propagandası da yer alıyor.
Fransa’nın Yunanistan ve Güney Kıbrıs ile yoğun ve yakın ilişkilerinin en önemli katmanını “Türkiye’ye yönelik ortak bakış açısı” teşkil ediyor. Güney Kıbrıs’ın Avrupa Birliği gemisinin dümenine geçeceği 2012’de -24 Nisan’dan önce- Fransız Ulusal Parlamentosu’nun ardından diğer bazı Avrupa Birliği üyesi ülkelerin parlamentoları da benzer kararlar alabilirler.
Bu süreçte üye ülkelerden bazılarının Fransa’nın bu adımı üzerine bazı benzer konularda aynı yasal düzenlemeyi takip etmeleri de mümkün olabilir. Her durumda Fransa’nın bu adımı Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri için “diplomatik ötenazi” anlamına geliyor.

Sarkozy’nin çabaları sonuç verir mi, öngörmek zor. Fakat Sarkozy’nin seçim kazanma konusundaki boyundan büyük ihtirası daha büyük felaketlere de yol açabilir. Büyük bir olasılık değil ama, yine de Fransız Ulusal Meclisi’nin attığı bu yanlış adımın yol açacağı bir “kelebek etkisi” söz konusu olabilir.

İşte TL'nin Yeni Simgesi




TL'nin yeni simgesi Ankara'da düzenlenen basın toplantısı ile açıklandı.
Merkez Bankası tarafından düzenlenen "TL Simge yarışması"nın sonuçları Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın da katıldığı toplantıda açıklandı.
TL'nin yeni simgesi olarak aşağıdaki simge seçildi.

Toplantıda konuşan Merkez bankası Başkanı Erdem Başçı, simge yarışması için 8 bin 362 başvuru yapıldığını 7 tasarımın finale kaldığını belirtti.
Tasarımın sahibi Tülay Lale, birincilik ödülüne layık görüldü.
"Simge, TL'nin güvenli liman haline geldiğini gösteriyor" diyen Erdem Başçı, Türk Lirası'nın yeni simgesinin altın oran uyumuna dikkat edilerek tasarlandığını kaydetti.

Başbakan Erdoğan'dan Yeni Simgeye Tam Not
Tanıtım toplantısında konuşan Başbakan Erdoğan, Türk Lirası simgesine tam puan verdi.
Erdoğan, "Paramızın güvenli liman olduğunu gösteriyor yeni simgemiz, çıtaları yukarı bakarak ekonomimizin yukarıya çıktığını simgeliyor. Paradan sıfırların atılması, paraya simge atılması asla ve asla sadece teknik bir operasyon değildir. Paramıza yeniden itibar kazandırılması, bir ülkenin yeniden uyanması ve şahlanması 'ben de varım' diyerek öne çıkmasıdır." dedi.

Başbakan Erdoğan, Türk Lirası'nın tarihçesini de anlattı, bol sıfırlı paralara da şu sözlerle gönderme yaptı.

"Ülkemize gelen turistler paramızı gördüklerinde şaşkınlık yaşadılar, kendisine 50 milyon lira trafik cezası kesilen turistin bayıldığı haberleri yer aldı, Türkiye'ye özel hesap makineleri imal edildi, Türkiye Cumhuriyeti'nin vatandaşları yurt dışına çıktığında cüzdanındaki paraları sakladı. İşte 9 yılın özetini şu anda kullandığımız paralarda görmek mümkün, tuvalete giriş ücretlerinin 1 milyona, 2 milyona geldiği günleri hatırlıyor musunuz."

Komutanlar Hakim Karşısında




Balyoz davası kapsamında ifadesine başvurulan Orgeneral Bekir Kalyoncu Silivri'den ayrıldı.
Balyoz davasında tanık olarak dinlenen Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Bekir Kalyoncu, mahkemeden ayrıldı. Şu sıralarYaşar Büyükanıt'ın tanık olarak dinlenmesi bekleniyor.

Büyükanıt ve Kalyoncu saat 09. 30'da Silivri Ceza İnfaz Kurumları Yerleşkesi'nin yanında bulunan duruşma salona girdi. Bekir Kalyoncu ve Yaşar Büyükanıtaraçlarıyla cezaevi içine giriş yaptıktan sonra duruşma salonuna girdiler.

Öğleden sonra da İnternet Andıcı Davası'nın tutuklu sanığı İlker Başbuğ dinlenecek. Bu arada mahkeme Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Bekir Kalyoncu'yu dinlemeye başladı.

Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Bekir Kalyoncu, tanık olarak dinlendiği Balyoz davasında, savcının sorusu üzerine, seminerde prensip gereği gerçek kişilerden bahsedilemeyeceğini söyledi. Kalyoncu, "Genel değerlendirmem budur. Ben, genel komutan olarak uygun bulmam." dedi.

İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen Balyoz davasının bugünkü duruşmasında, Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Bekir Kalyoncu tanık olarak dinlendi.

Üye Hakim Ali Efendi Peksak'ın soruları üzerine Orgeneral Bekir Kalyoncu, "Sonuç raporunun özensiz olarak hazırlandığını söylemek ne kadar doğru olur bilemem. Ancak imla hatalarından dolayı özensiz hazırlanmış olabilir. Ayrıca o tarihlerde Irak harekatı söz konusuydu, bize gelen tek rapor bu değildi. O zaman raporu ayrıntılı incelemedim. Daha sonra tanık olarak çağrıldığımda inceledim." ifadesini kullandı.

Hakim Peksak, "Sonuç raporunda planın dışına çıkıldığına dair ve darbe hazırlığı gibi bir duyum aldınız mı? veya hissetiniz mi?" diye sordu. Kalyoncu, "Ortada fol yok yumurta yok. Üstelik yoğunluğumuzu verdiğimiz birçok konu var. Böyle bir ortamda aklıma bile gelmezdi." cevap verdi.

Mahkeme Başkanı Diken'in, "Sonuç raporunda Genelkurmay İkinci Başkanı'nın imzası var. GenelkurmayBaşkanı'nın imzası yok. Neye göre ayarlanıyor veya bunun takdir yetkisi kimde? sorusunu Kalyoncu, "Genelkurmay İkinci Başkanı'nın yetkisindeydi. Eğer isterse 'sayın komutana arz' diye paraf açabilir." diye cevapladı.

'SEMİNER TARİHİNDE İRTİCAİ AYAKLANMA YOKTU'

Cumhuriyet Savcısı Savaş Kırbaş, Bekir Kalyoncu'ya, "Seminer tarihinde Türkiye'de irticai bir ayaklanma belirtisi var mıydı?" diye sordu. Kalyoncu ise, "O tarihte bir irticai ayaklanma yoktu." dedi. Savcı Kırbaş, "Plan seminerinde gerçek kişilerden bahsedilir mi? Çünkü seminerde gerçek kişilerden bahsedilmiş ve bazı belediye başkanları ile imam hatip lisesi müdürlerinin gözaltına alınmasından bahsediliyor." şeklindeki sorusuna Kalyoncu, "Prensip gereği gerçek kişilerden bahsedilmez. Genel değerlendirmem odur. Ben, genel komutan olarak uygun bulmam." diye cevap verdi.

Müdahil Özgür-Der Genel Başkanı Rıdvan Kaya da, "Sivil toplum örgütlerin yeniden yapılandırılması başlığı var. Siz bu başlık altında yazanları doğru karşıladınız mı?" şeklindeki sorusu üzerine Kalyoncu, "Seminerde hep senaryo oynandığı için normal karşıladım." dedi.

Tutuklu sanık Çetin Doğan'ın seminere ilişkin sorularını cevaplayan Kalyoncu,. kendisinin söz konusu seminere katılmadığını belirterek "Ne oynandığını sadece önümdeki kağıttan biliyorum." Şeklinde konuştu. Çetin Doğan da, "Senaryoyu biz burada oynamaya hazırız. Arkadaşlarımız da burada zaten. Seminerde her geçen konu dakika dakika ses kaydına aldım." ifadelerini kullandı.

'KENDİMİ BİLİRKİŞİ GİBİ HİSSEDİYORUM'

Sanıklar ve avukatların yorum ve kanaatine dayalı soruları üzerine tanık Bekir Kalyoncu, "Burada kendimi tanık gibi değil de bilirkişi gibi hissediyorum." ifadesini kullandı. Mahkeme Başkanı Ömer Diken, Kalyoncu'ya soru soran birçok sanık ve avukatı, "Daha dinlenecek tanıklarımız var. Tekrar tekrar aynı sorular soruluyor. Ayrıca yoruma dayalı, kanaatini söylemesi istenen sorular sorulmasın. Sadece tanıklığı istenen gözlemci raporuna ilişkin sorular sorulsun." diye ikazda bulundu. Orgeneral Kalyoncu, Jandarma Genel Komutanı olarak kanaati sorulan bazı sorulara da, "Ben burada Jandarma Genel Komutanı olarak tanıklık yapmıyorum. Plan Daire Başkanı (Seminer tarihinde) olarak tanıklık yapmak üzere geldim." diye konuştu.

Bekir Kalyoncu, kendisine yöneltilen soruların tamamlanmasının ardından yoğun programı nedeniyle duruşmadan ayrılmak için Mahkeme Başkanı Ömer Diken'den izin istedi. Başkan Diken'in izin vermesinin ardından Kalyoncu, saat 11.30'da duruşma salonundan ayrıldı.

5 AŞAMALI DARBE PLANI

Balyoz Darbe Planı ilk olarak Taraf gazetesinin 20 Ocak 2010 tarihinde Mehmet Baransu, Yıldıray Oğur ve Yasemin Çongar imzalı haberinde açıkladığı 2003 tarihli "Balyoz Harekât Planı" başlıklı belgelerle gündeme geldi.

İddialara göre plan, dönemin 1'inci Ordu Komutanı Çetin Doğan'ın liderliğindeki cunta tarafından hazırlandı ve darbe zemini hazırlama amaçlı Çarşaf, Sakal, Suga ve Oraj kod adlı eylem planlarından oluşuyor.

5 bin sayfalık belgelerde Fatih ve Beyazıt camiilerinde bomba patlatılarak hükümetin sıkıyönetim ilan etmeye zorlanması, Yunanistan hava sahası üzerinde bir Türk jetinin düşürülerek halkın galeyana getirilmesi ve darbe sonrası demokrat görüşlü gazetecilerin tutuklanması gibi planların olduğu ileri sürülüyor.

İddianameye göre 'Balyoz' darbe planı, 5 aşamada gerçekleştirilecekti.

Plana göre tamamlanmış olan birinci aşamada istihbarat faaliyetleri yer alıyor.

İkinci aşamanın, askerî müdahale için zemin hazırlama süreci olduğu öne sürülüyor. İddianamede bu konu şöyle yer alıyor:

"Yapılanma içerisinde yer alan bazı jandarma görevlileri tarafından hazırlanan 'Sakal' ve 'Çarşaf' isimli eylem planlarıyla kargaşa yaratma planlandığı, 'Oraj' ve 'Suga' isimli planlarla hava sahası ve kıta sahanlığı konularında Yunanistan'ın taciz edilerek iki ülke ilişkilerinin gerilmesinin öngörüldüğü (anlaşılmıştır.) Böylece öncelikle 1'inci Ordu merkezli İstanbul ve çevre illerde sıkıyönetim ilan edilmesini amaçladığı (...) tespit edilmiştir.

Üçüncü aşamada askerî müdahalenin fiilen ilan edilmesi planlanıyor.

Dördüncü aşamadaysa yürütme görevinin 'Milli Mutabakat Hükümeti' tarafından devralınması öngörülüyor.

Beşinci ve son aşama ise yürütmenin tekrar sivil yönetime devredilmesi için 'seçime' gidilmesini kapsıyor.

29 Şubat 2012 Çarşamba

AVRUPA’NIN GELECEĞİNDE BİZ DE OLACAĞIZ




Avrupa’da biz her zaman vardık. Avrupa’nın tarihi ile bizim tarihimiz birçok defa kesişti. Toplumların ve milletlerin yolları daîma birbirine çok yakındı. Avrupa’da ve Avrupa için imzalanan çoğu barış anlaşmasında, savaşta da, biz vardık. Müziğinde de, mutfağında da. Lisânında da, masallarında da.
O nedenle üzerinde tartışılması gereken konu “Avrupa’nın geleceğinde Türkiye’nin yerinin bulunup bulunmadığı” değil, “Türkiye’nin Avrupa’nın geleceğinde ne kadar yer tutacağı”...
Bu sorunun yanıtı ise muhakkak, “Türkiye’nin geleceğinde Avrupa’nın ne kadar yer tutacağı” ile ilgili...
Avrupa Birliği bugünlerde tarihinin belki de en zor, en belirsiz, en karışık dönemlerinden birini yaşıyor. Avrupa Birliği etkileri bir yandan 2004 Mayıs'ında birliğe üye olacak yeni 10 üyeyi nasıl içlerine sindirebileceklerini düşünürlerken diğer yandan da bu yeni 10 üyeden biri olan Polonya'yı nasıl dizginleyebileceklerini tartışıyorlar. Geçtiğimiz haftalarda Brüksel'de yapılan Avrupa Birliği zirvesinde birliğin nüfuslar açısından daha büyük devletlerin alınacak kararlarda daha çok oy hakkına sahip olması istenmişti. İspanya ve özellikle Polonya buna karşı çıkınca işler karıştı.
Hazırlanmakta olan Avrupa Birliği anayasası tehlikeye girdi. Kendini birliğe yeni üye olacak 10 devletin lideri gibi gören Polonya'nın Başbakanı sinirlenip toplantıyı, zirveyi terkedince de her şey bir anda kilitlendi. Şimdi herkes bu tıkanıklığın nasıl aşılabileceğini tartışıyor. Tabii Avrupa Birliği içindeki bütün bu gelişmeler Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üyelik sürecini de etkileyebilecek.
İki yıldır üzerinde çalışılan Avrupa Birliği anayasası konusunda bir türlü tam bir uzlaşma sağlanamıyor. Avrupa Birliği devletleri 2004 Mayıs'ında birliğe yeni katılacak 10 üye nedeniyle oy hakkı meselesini yeniden düzenlemek istiyorlar ama başarılı olamıyorlar. Görüşmeler şu anda tıkanmış durumda.
Avrupa Birliği hayatî önem taşıyan anayasa konusunda görüş birliğini sağlayamıyor. Daha kötüsü anayasa konusu bütün üyeler için bir koz hâline gelirken, bütün diğer konularda uzlaşmanın ve uzlaşmamanın anahtarı hâlini alıyor.
Şâyet anayasanın “bir arada yaşamın temel belgesi“ olduğu da düşünülürse, anayasada uzlaşamama bir ortaklığın kurulamayacağının da işâreti olarak kabûl edilebilir.
Bilhassa kendi anayasasını Avrupa Birliği'ne dayatmakla suçlanan Almanya, Avrupa idealinin sadece Almanya’nın çıkarlarını kovalayabilmek için dönemin şartlarına uygun ürettiği bir formül olduğunu savunanların sayısı artıyor.
Bununla beraber Almanya bugün, Avrupa Birliği'nin hamisi olduğu dönemde yaşadığını, 1980'li yıllara damgasını vuran, ekonomideki büyük sıçrayışını bugün sürdüremiyor. Almanya’nın iktisadî kriz yaşadığı gerçeği bir yana, Avrupalı birçok devletin de, Avrupa Birliği üyeliğinden dolayı, kendisini görülebilir gelecekte “Avrupa Birleşik Devletleri’nin bir eyâleti“ ve daha önemisi “trans-atlantik gerginlikte kaybedecek kutbun bir parçası“ olarak görmek istemiyor.
Büyük tartışmalara ve uyumsuzluklara yol açan anayasa, Avrupa Birliği içn çok önemli. Çünkü Avrupa Birliği’nin müktesebatı ve ortak politikaları birçok üye devlet için “arzu ettiği derecede“ uyduğu bir gerçek. Üye sayısının artışı ve üyeler arasındaki gizli hiyerarşi, Birlik’in her üyeye eşit yaklaşmasını engellediği gibi, üyelerin Birlik’e bakış açısını da değiştiriyor.
Avrupa, anayasa tartışmaları ile biraz daha kendi içine kapandı. Öteden beri dünyanın geriye kalanının çok da farkında olmadan yaşayan Avrupalılar şimdi de anayasa tartışmasına boğuldular.
Ama bu defaki durum, dünyada yaşananlara karşı sürdürülen genel kayıtsızlığın ötesine geçti. Çünkü AB üyesi bir ülkenin vatandaşı, hem dünyanın hem de Avrupa’nın kalanında olanları önemsemezken, Avrupa Birliği’nin önemine inananlar ve “tek Avrupa’yı“ savunanlar, ulusal kimliğin üzerine çıkan bu yeni uluslarüstü kimlik ile, üye ülkelerin uyruğunda olanları da daha az önemsemeye başladılar. Bunun örnekleri giderek artıyor.
Özünde anayasa tartışmaları ve çatışmaları Avrupa’da ulusal kimlikler ile uluslarüstü kimlik arasındaki öncelik ve diğerine dominans mücâdelesinden kaynaklanıyor. Ama sorun orada da bitmiyor.
Bir örnekle açıklamak gerekirse, örneğin “Danimarkalı olmak“ ile “Avrupalı olmak“ arasındaki mücâdeleyi hangisi kazanırsa kazansın, sonuçta kazanan kimliğin yaşayacağı yeni bir çatışma var; “tek Avrupa’ya inanan Avrupalı“ mı, yoksa “sadece refah bölgesi Avrupa’ya inanan Avrupalı“ mı?
Bu tartışma başlamış olsa da, henüz şiddetli değil. Ama anayasa tartışmaları bir şekilde sona erer ve Avrupa Anayasası oluşursa, bu iki temel yaklaşım kutupları belirlemeye başlayacak. Büyük bir olasılıkla yaşanacak kutuplaşmanın galibini de en baştan beri varolan ulusal kimlikler belirleyecek.
Avrupa’nın geleceği ve Türkiye’nin geleceğini birbirinden ayırmak mümkün değil. Zâten gerekmiyor da. Ama anayasa tartışmalarının izleyeceği seyir, ortaya çıkarabileceği komplikasyonlar ve daha önemlisi anayasanın hükümleri bunu doğrudan etkileyebilir.
Avrupa’nın anayasası, sadece üye devletler arasında birbirine karşı ortak duyuş ve duruşu değil, aynı zamanda dışarıya karşıda birlik olmayı gerektirecek.
Çünkü Avrupa Anayasası büyük devletlerin gözetiminde ve onların çıkarlarına öncelik vererek hazırlanacak. O noktada Türkiye bütün şartları ve daha fazlasını yerine getirse bile, anayasanın Türkiye’nin kimliği ve hedefleri ile uyumsuzluğa düşmesi hâlinde, Avrupa şunu söyleyebilir;
“Siz söz verdiğiniz adımları attınız. Ancak bu anayasayı kabûl ediyor musunuz?“...
Avrupa’nın anayasası bizim için kabûl edilemez bir anayasa olursa, giremeyiz. Bunda da herhalde kimsenin şüphesi yok. Türkiye’nin Avrupa Birliği’nin üyesi değil, üye adayı olduğu düşünülürse, o zaman bizim bu noktada anayasa çalışmalarına doğrudan bir dahlimiz de mümkün değil.
Bu arada Avrupa Birliği bilerek veya bilmeyerek önemli bir rota değişikliği yaşamaya başladı. Bundan birkaç yıl öncesine bakıldığında Avrupa ekonomisi, demokrasisi ve yaşam standartları bakımından “standart“ bir coğrafya anlamına geliyordu. Avrupa’nın standartlarının esas olacağı düşünülen bölgede, bugün böyle bir durum yok. Mayıs 2004’ten sonra ise hiç olmayacak.
Yeni bir Avrupa meydana geliyor ve “Yeni Avrupa’nın“ değerleri de, sistemi de; ne mevcut ile ne de tasarlanan ile örtüşmüyor.
Bu arada Avrupa Birliği’nin temel eğilimine dikkat edildiğinde, sınırlarını genişletmekteki isteğinin, sınırları içerisinde olan bütün ülkelerin “Almanya gibi“ veya “Fransa gibi“ olması için bulunmadığı görülüyor...
Hatta Avrupa’nın geleceği tartışmaları öyle bir noktaya gelebilir ki, Türkiye’nin tam üyeliği konusu, bütün bir tartışmanın içerisinde gözden yiter. Ama yine Avrupa’nın geleceğinde olacağız. Çünkü Avrupa Avrupa Birliğinden daha büyük bir toprak ve daha fazla nüfus. Kaldı ki “Eski Avrupa’nın Yeni Avrupa’yı doğurduğu şu dönemde biraz ağırdan almak da belki daha iyi”...

Şair Uzman Jandarmadan İkinci Şiir. (Hak arayışı Uzman Jandarmayı Şair Yaptı)

Türkiye cumhuriyeti sınırları içerisinde uzman jandarmalarla ilgili haberleri  okumayan kalmamıştır muhtemelen. Astsubaylarla ...