29 Nisan 2012 Pazar

Fenerbahçe, Beşiktaş maçının hazırlıklarına başladı




Fenerbahçe, Spor Toto Süper Final Şampiyonluk Grubu'nun 3. haftasında Beşiktaş ile 29 Nisan Pazar günü yapacağı maçın hazırlıklarına başladı.

Ziraat Türkiye Kupası'nda Kardemir Karabükspor'u eleyerek adını finale yazdıran sarı-lacivertliler, ara vermeden derbi mücadelesinin hazırlıklarına Fenerbahçe Can Bartu Tesisleri'nde start verdi.

Teknik direktör Aykut Kocaman yönetiminde basına kapalı gerçekleştirilen idmanda, dünkü karşılaşmada forma giyen oyuncuların rejenerasyon çalışması yaptığı, diğer oyuncuların ise koşu ve ısınma hareketleriyle başladıkları antrenmanı, 2 grup halinde yaptıkları 5'e 2 top kapma ve pas çalışmalarıyla sürdürdüğü bildirildi. Dar alanda 1'e 1 ikili mücadelenin ardından, yine dar alanda yapılan çift kale maçla antrenmanın tamamlandığı duyuruldu.

Sakatlıkları nedeniyle kupa maçında oynamayan Mehmet Topuz, Bekir İrtegün ve Yobo'nun antrenmanda takımla birlikte çalıştığı, Sow ve Alex'in tedavilerinin sürdüğü, dünkü maçta beline darbe alan Serdar Kesimal'ın ise tedavi olduğu açıklandı.

Sakatlığı süren Sezer Öztürk'ün takımdan ayrı çalıştığı, çift kale maç sırasında sol dizinde ağrı hisseden Özgür Çek'in ise tedbir amacıyla idmanı yarıda bıraktığı bildirildi.

Sarı-lacivertli takım, Beşiktaş maçının hazırlıklarını yarın akşam basına kapalı yapacağı antrenmanla tamamlayacak ve kampa girecek.

28 Nisan 2012 Cumartesi

Bursaspor Teknik Direktörü Sağlam Açıkladı:Ziraat Türkiye Kupasını Kazanacağız…!





Bursaspor Teknik Direktörü Ertuğrul Sağlam, Ziraat Türkiye Kupası'nda yarı finalin ikinci maçında Fenerbahçe'nin finale çıkıp rakipleri olmasının, Avrupa Kupası'yla ilgili ortaya güzel bir şey çıkardığını belirterek, "Üçüncü sene üst üste Avrupa kupalarına katılma şansı yakalamak kulübümüz adına önemli bir başarıdır. Final karşılaşmasını kazanarak müzemize 26 yıl sonra Türkiye Kupası'nı tekrar koymanın mücadelesini vereceğiz" dedi.

Son üç sezondur ortaya koydukları performans ve başarılara yenisini ekleyecekleri için mutlu olduklarını dile getiren Sağlam, "Bu şansı yakalamış olmanın mutluluğu tüm camiaya hakim. Son maçta camianın bütünleşmesi bizi mutlu etti. Bu bütünlükle beraber ortaya çok üst düzeyde büyüklüğünü, her yönden rakiplerine kabul ettiren görüntü ortaya çıktı. Sahada Oyuncularımız güvenle kendilerine yakışan mücadeleyi ortaya koydular. Finale yükselmenin onurunu hepimize yaşattılar" diye konuştu.

"Yarı finalin ikinci maçında Fenerbahçe'nin finale çıkıp rakibimiz olması, Avrupa Kupası'yla ilgili ortaya güzel bir şey çıkardı. Üçüncü sene üst üste Avrupa kupalarına katılma şansı yakalamak kulübümüz adına önemli bir başarıdır. Final karşılaşmasını kazanarak müzemize 26 yıl sonra Türkiye Kupası'nı tekrar koymanın mücadelesini vereceğiz. Göreve ilk sene yarı sezonda başladık, sezonda son maçta Avrupa Ligi'ni kaçırıp sonraki sezonda şampiyonluk, ardından üçüncülük ve bu sene de Türkiye Kupası'nda finale yükselmenin başarısı küçümsenmeyecek bir durum. Başta başkanımız ve yönetimimiz olmak üzere, şehre ve herkese desteklerinden dolayı çok teşekkür ediyorum."

-"Bursaspor her kulvarda iddialı olmak zorunda"-
 
 Takımın son durumu ile ilgili bilgi de veren Sağlam, "Carson eşinin rahatsızlığından dolayı İngiltere'ye gitmek zorunda kaldı. Eşinin durumunu takip ediyoruz. Ona göre de Eskişehir'de olup olmayacağına karar vereceğiz. Ama forma giymesi zor görünüyor. Çok ciddi bir sakatlık problemimiz yok. Ozan İpek'in sakatlığı geçti. En son karşılaşmada tam Oyuna sokacakken şanssızlıktan Oyuna dahil olamadı. Onun dışında bir problemimiz yok. Keyfimiz ve morallerimiz yerinde. Güzel sonuç almak istiyoruz" dedi.

-Ozan İpek ile ilgili haberlere yalanlama-

Sağlam, Ozan İpek ile ilgili "İpleri koparıyor" şeklinde çıkan haberlerin hatırlatılması üzerine, bunun doğru olmadığını söyledi. Ertuğrul Sağlam şöyle konuştu:

"Bu gibi haberler arada çıkıyor, ama genelde de aynı kaynaktan çıkıyor. Bizim adımıza ciddi bir rahatsızlık. Sizlerden de rica ediyoruz. Aslı olmayan, yaşanmamış olayları yaşanmış gibi göstermekten insanlar vazgeçsin. Bu tür haberler daha önce de yapıldı. Ciddi anlamda yaptırımlar uygulamak zorunda kalacağız. Her şeyin güzel gittiği bir dönemde bu türlü asılsız haberlerle kimse bizim huzurumuzu bozmaya kalkışmasın. Bursaspor büyük bir camiadır. Böyle bir şeyin kesinlikle yaşanmadığını söylemek istiyorum. Soyunma odasına da gayet güzel bir şekilde gittik. Takımla beraber Ozan da bu sevinci yaşadı. Bunu duyunca şaşırdım."

Sağlam, bir soru üzerine, sezon başında eleştirilerin olduğunu, o dönemde küme düşmekten bahsedildiğini hatırlattı. Sağlam, sözlerini şöyle tamamladı:

"12 ya da 13'üncüydük. Özellikle medyada eleştirilerin üst düzey yaşandığı dönemi hatırlıyorum. O dönemde küme düşmekten bile bahsediliyordu. O dönemdeki yorumları bizim televizyondakiarkadaşlarımızdan istedim. 'Bu arkadaşlar, yerden yere vurmak için acele ediyor' demiştim. 'Beklesin herkes, resim ortaya çıktıktan sonra bu eleştirileri yapsınlar' diye ufak çaplı serzenişte bulunmuştum. Bu yorumla alakalı da bazıları bunu 'ti'ye almışlardı. Ama futbolda bu var. Dengeler çok çabuk değişebiliyor. Ülkemizde her şey günlük yaşanıyor. İki maç iyi oynadıktan sonra yerin dibine sokulan futbolcuyu da süper futbolcu yapabiliyoruz.

Biraz daha hoşgörülü olmak lazım. Ben o gün de dahil inancımı yitirmedim ve her fırsatta ortaya koydum. Sağ olsunlar onlar da bizi mahcup etmediler. Onur savaşı yaptılar ve sorumluluk aldılar. Hak ettikleri yere kendileri geldiler. Bizim adımıza başarılı bir sezon oldu. Bir taraftan başarıyı kovalarken, bir taraftan da değişimi yaşadık. Çok riski beraberinde taşıyan işi bir arada yapmak büyük kulüplerin işidir. Avrupa'da bile, 'kadroda revizyona gideceğim benden başarı beklemeyin' diyor. Bir sene 8. oluyor ertesi yıl 6. oluyor, sonra şampiyon oluyor. Biz bu değişimi yaşarken başarı içinde de kaldık." 

22 Nisan 2012 Pazar

yestur.com: BESMELE NASIL VE NE ZAMAN SÖYLENMELİDİR?

yestur.com: BESMELE NASIL VE NE ZAMAN SÖYLENMELİDİR?: Besmele'den maksad; Allahû Teâla (cc)'nın herhangi bir ismini zikretmektir. Esasen meşru olan her işe başlarken "Besmele" çekilme...

BESMELE NASIL VE NE ZAMAN SÖYLENMELİDİR?





Besmele'den maksad; Allahû Teâla (cc)'nın herhangi bir ismini zikretmektir. Esasen meşru olan her işe başlarken "Besmele" çekilmelidir. Aksi takdirde; yapılan amelde bereketsizlik ortaya çıkar.(31) Kur'ân-ı Kerîm'de: "Artık üzerine Allah'ın ismi anılan (besmele çekilen hayvan)lardan yeyiniz. Eğer O'nun ayetlerine iman edenler (den) iseniz"(32) hükmü beyan buyurulmuştur. Kesilecek hayvanı kesecek olan kimsenin kıbleye doğru yönelmesi sünnettir. 





Daha sonra sesli olarak; 

"Bismillâh-Allahû Ekber-Allahû A'zam-Allahû'r-Rahman, Allâhu'r-Rahim ve bunlar gibi" Allah'ın isimleri anılır. Tehlil (Lâ ilâhe illâllah), Tesbih (Sübhânâllah) veya Tahmid (El-Hamdû Li'llâh) demek de mümkündür.(33) Fakat dua hükmünde olan ibâreler (Allahümmağfirli -Allah'ım bana mağfiret et gibi) besmele hükmünde değildir. Allahû Teâla (cc)'nın ismini Arapça söylemek şart değildir. Ancak müslümanların; başta besmele olmak üzere, namazlarını edâ edebilecek kadar sûreyi (Hangi kavimden olursa olsun) ezberlemeleri farzdır. Fakat yeni müslüman olmuş bir kimse; kendi kavminin diliyle Allah (cc)'ın adını anarak hayvanı kesse yenilir. 





Çünkü farklı dillerle de olsa;
Allahû Teâla (cc)'nın adını anmak kâfidir.



Zekât'ın Tarifi ve Önemi





Zekât;
Arapça bir kelime olup, temizlik ve üremek (çoğalmak) manalarına gelir.(1)

İbn-i Abidin: "Zekât lûgatta üremekten başka mânalara da gelir. Meselâ: Bereket, medih, senâ mânalarına da kullanılır. Ama bu mânaların hepsi şer'î mânasında mevcuddur. Çünkü zekât, sahibini günahlardan ve cimrilik sıfatından temizlediği gibi, malı da bir kısmını vermek sûretiyle temiz pak eder. Onun için verilen cüzü kirli sayılır. Ve Resûlullah (sav)'in âline (Hanedanına) haram olur"(2) hükmünü zikreder.

İslâmî ıstılâhta zekât; "Bir müslümanın, haşimi ve haşimi'nin kölesi olmayan mü'min bir fakire, ondan hiçbir menfaat beklemeksizin, sırf Allahû Teâla (cc)'nın rızası için, malının bazısını temlik etmektir."(3) Zekâtın şer'i şerifteki tarifi budur. Tebyin'de de böyle tarif olunmuştur.
Kur'an-ı Kerim'de: "Namazınızı kılın ve zekâtınızı verin" emri, birçok Ayet-i Kerimede tekrar tekrar beyan buyurulmuştur.(4)

Esasen zekât ibadetinin Kur'an-ı Kerim'in muhtelif sûrelerinde otuz iki defa zikredilmiş olması, meselenin ehemmiyetini kavramamızı kolaylaştırmaktadır. Hz. Abdullah İbn-i Ömer (ra)'den rivayet edilen bir Hadis-i Şerif'te: "İslâm beş şey üzerine bina olunmuştur. (Bu beş şey) Kelime-i Şehadet getirmek, namaz kılmak, zekât vermek, hacc etmek ve Ramazan-ı Şerif orucunu tutmaktır"(5) buyurulduğu bilinmektedir.

Yine Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Mallarınızın zekâtını veriniz"(6) emrinin kat'iyyeti malûmdur. Dolayısıyla zekât; kitab, sünnet ve icmai ümmetle farziyyeti kat'i olan bir ibadettir. Nitekim Feteva-ı Hindiyye'de: "Zekât, muhkem bir farzdır. İnkâr eden kâfir olur. Vermeyen ise öldürülür. Serahsi'nin Muhıyt'inde de böyledir"(7) hükmü kayıtlıdır. Buradaki "Vermeyen ise öldürülür" hükmü üzerinde iyi tefekkür etmek borcundayız.

Ebû Hureyre (ra)'den rivayet edilmiştir: "Resûl-i Ekrem (sav) vefat ettikten sonra Hz. Ebû Bekir halife seçildi. O zaman arab kabilelerinden bir kısmı (Zekât hususunda) isyan ederek küfre döndü. Hz. Ebû Bekir (ra) isyan eden kabilelerle cihad etmeye karar verdi. Fakat Hz. Ömer (ra) buna mani olmak için "Sen bu insanlarla nasıl cihad edersin? Halbuki Resûl-i Ekrem (sav) "İnsanlarla "Lâ ilâhe illâllah, Muhammeden Resûlullah" deyinceye kadar cihad etmekle emrolundum. Kim bu şehadeteyn'i söylerse, malını ve canını şer'i bir vecibe olmadıkça, korumuş olur. Kalbinde gizlediğinin (Küfür ve şirkin) hesabı Allahû Teâla (cc)'ya aittir" buyurmuştur. Sen de bunu biliyorsun" dedi. Hz. Ömer (ra)'in bu sözü üzerine, Halife Hz. Ebû Bekir (ra): "VAllahi her kim namazla zekâtı birbirinden ayırırsa, mutlaka onunla harbederim. Çünkü zekât malın hakkıdır. Allahû Teâla (cc)'ya yemin ederim ki; Resûlullah Sallâllahü Aleyhi Vesellem'e verdikleri bir dişi oğlağı benden esirgerlerse, bundan dolayı muhakkak onların boynunu vururum" buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer (ra) dedi ki: "VAllahi bildim ki, bu sözler Allahû Teâla (cc)'nın Hz. Ebû Bekir'in gönlünde meydana getirdiği genişliğin bir eseridir. Bu sayede onlarla savaşmanın hak olduğunu öğrendim."( 8 ) Yine İbn-i Ömer (ra)'den rivayet edilen bir Hadis-i Şerif'te Resûl-i Ekrem (sav) şöyle buyurmuştur: "İnsanlarla "Lâ ilâhe illâllah, Muhammeden Resûlullah" deyib, namaz kılıb, zekât verinceye kadar cihad etmekle memur kılındım."(9)

Kur'an-ı Kerim'de: "Ey iman edenler!.. Şu muhakkak ki (Yahudi) bilginlerinin ve (Hıristiyan) rahiblerinin bir çoğu batıl (sebebler)le, insanların mallarını yerler, (onları) Allah yolundan men ederler!.. Altını ve gümüşü yığıb ve biriktirip de, onları Allah yolunda harcamayanlar (yokmu?), işte bunlara pek acıklı bir azabı haber ver. O gün bunlar üzerinde (yakılacak) cehennem ateşinin içinde kızdırılacak da, o kimselerin alınları, böğürleri ve sırtları bunlarla dağlanacak, "İşte bu (Denilecek) nefisleriniz için toplayıp sakladıklarınız. Artık saklayıp, stok ettiğiniz bu nesneleri(n acısını haydi) tadın"(10) hükmü beyan buyurulmuştur.

Hz. Ömer (ra); bu Ayet-i Kerimede geçen "Stok hükmündeki (Kenz) malla" ilgili olarak şöyle buyuruyor: "Zekâtı ödenen mal, toprak altında gömülü de olsa stok hükmüne (kenz'e) dahil değildir. Kenz (Stok, istif) hükmündeki mal, zekâtı edâ edilmeyen maldır. Zekâtı verilen mala gelince; o asla kenz (stok) hükmünde değildir. Velev ki toprak altında gömülü olmasa da, zekâtı verilmeyen malın sahibi, cehennemde dağlanacaktır"(11) İbn-i Abbas (ra) "Mallarını stok edib, Allahû Teâla (cc) yolunda harcamayanlar" Ayet-i Kerimesini tefsir ederken, "Allahû Teâla (cc) bununla, zekâtı verilmeyen malları ve o malların sahiblerinin durumunu izah buyurmuştur"(12) hükmünü zikreder. Allahû Teâla (cc)'nın kendisine ihsan buyurduğu malı; şer'i şerifin çizdiği hududlar içerisinde harcamayan ve cimrilik sebebiyle zekât ibadetini terkeden kimselerin, hem bu dünyada hem de ahirette azaba uğrayacakları kat'i nasslarla sabittir. Günümüzde "Zahiri" ve "Batıni" malların zekâtını tahsil edecek bir "Ulû'lemr" olmadığı için; zekât ibadetini hafife alanları cezalandırmak mümkün değildir. Ancak Allahû Teâla (cc)'nın dinine ihlâsla bağlı olan mü'minlerin, bu hususta hassasiyet gösterecekleri malûmdur.

-------------------------------

(
1) İmam-ı Serahsi - El Mebsut - Beyrut: ty D. Marife Neşri, C: 2, Sh: 149. Ayrıca Abdülgani El Meydani - El Lübab fi Şerhi'l Kitab - Beyrut: 1400, C: 1, Sh: 136.
(2) İbn-i Abidin - Reddü'l Muhtar Ale'd Dürri'l Muhtar - İst: 1983, C: 2, Sh: 7.
(3) Şeyh Nizamüddin ve bir heyet - El Feteva-ı Hindiyye - Beyrut: 1400, C: 1, Sh: 170.
(4) Bakınız!.. El Bakara Sûseri: 43, 83, 110. En-Nisâ Sûresi: 162. Et-Tevbe Sûresi: 11. El Mücadele Sûresi: 13.
(5) İmam-ı Serahsi - A.g.e. C: 2, Sh: 149. Ayrıca İmam-ı Kasani - El Bedaiû's Senai - Beyrut: 1974, C: 2, Sh: 2 - Sahih-i Buhari - İst: 1401, Çağrı Yay. C: 1, Sh: 8, Sahih-i Müslim - C: 1, Sh: 45, K. İman: 5 Had. No. 20, Sünen-i Nesai - K. İman: 13.
(6) İbn-i Hümam - Fethû'l Kadir - Beyrut : 1315 D. Sadr Mtb. C: 1, Sh: 481.
(7) Şeyh Nizamüddin ve bir heyet - A.g.e. C: 1, Sh: 170.
( 8 ) Sahih-i Buhari - İst: 1401, Çağrı Yay. (K. Sitte Serisi) C: 2, Sh: 109-110. Ayrıca Sünen-i Nesai - C: 5, Sh: 14-15, K. Zekât Bab: 3, Sünen-i Ebû Davud ve Tirmizi.
(9) El Ayni - Umdetû'l Kari Şerhi Sahih-i Buhari - İst: 1308 - 11, C: 4, Sh: 271.
(10) Et Tevbe Sûresi: 34-35.
(11) İbn-i Kesir - Tefsirû'l Kur'an'il Azim - Beyrut: 1969, D. Marife Neşri, C: 2, Sh: 350. Ayrıca Fahrüddin-i Razi - Mefatihû'l Gayb (Tefsir-i Kebir) İst: 1308, C: 4, Sh: 630.
(12) Fahrüddin-i Razi - A.g.e. C: 4, Sh: 630 vd.

Ölüm Üzerine ...!



Bir anda uykudan kalktim
çok ilginç bir ışık gördüm ama odanın ışığı kapalıydı
bir baktım saat 3:30 gece 
facir vakti
peki gördüğüm bu kadar ışık nerden
-----
birden şaşırıp kaldım baktım ki elimin yarısı duvarın içinde
hemen elimi çıkardım korku içinde oturup elime bakıyordum
tekrar elimi duvara dogru uzattım yine elim duvarın içine giriyordu!!!!!!!!

--
bir gülümseme sesi duydum
Yüzümü kardeşime dogru çevirdim, yatıyordu
korku içinde yatağımdan kalkıp kardeşimi uyandırmaya gittim
ama cevap vermedi
annemin odasına doğru gittim
babamı uyandırmaya çalıştım

birilerinin bana cevap vermesini istiyorum ama kimse cevap vermiyordu
annemi uyandırmak üzereyken, baktım ki annem uykudan uyandı
uykudan uyandı ama benimle konşmuyordu
---
bismillahirrahmanirrahim diyordu ve tekrarlıyordu
babamı uyandırdı, kalk kalk bir bakalım çocoklara dedi annem
şimdi zamanımı bırak uyuyayim yarın ola hayr ola dedi babam
ama annemin israrı üzerine babam kalkıverdi şaşkınlık içerisinde beraber odamıza doğru geldiler

---
başladım bağırmağa, anne, baba ama hiç birisi cevap vermiyordu!!!
annemin elbisesini çekiyor beni dinlemesini istiyordum ama annem beni hissetmiyordu!!!
başladım annemin arkasından yürümeye ta bizim odaya kadar

odamıza girdi ve ışıkları açıverdi
ama benim için fark etmiyordu çünkü benim için her taraf ışıktı

tam o sırada çok ilginç bir şeyle karşılaştım
---
kendi vücüdumu  gördim!!!

evet kendi vücüdumu

oturup kendi kendimi seyredıyordum, iki taneydim
kendi kendime soruyordum kimdir bu acaba? Nasılda bana benziyor!!!
başladım kendi kendimi uyandırmaya, bu kabustan kurtulayım diye
ama uyanamadım
---
babam dedi ki bak yatıyorlar işte hadi yerimize gidelim

ama annem sakin olamadı ve benim uyuduğum yatağa doğru gelerek
beni uyandırmaya başladı kalk muhammed kalk bana cevap ver
ama cevap veremiyordu!!!
 
bir kaç defa uğraştı ama yok. Birden baktım ki babamın gözlerinden yaşlar dökülüyor
o babam ki şimdiye kadar onun göz yaşlarını görememiştim
bağırışmalar başladı oracık yerden .. kardeşim uyandı ve sordu ne oldu?
annem ona bağırarak, abin muhammed olmüş çok acıklı bir şekilde ağlıyordu

---
bağırmalar fazlalaştı
anneme giderek, anne ağlama ben burdayım bak bana!!
ama kimse bana cevap vermiyordu, neden?
oturup bağırmaya başladım, burdayım bakın işte

ama kimse cevap vermiyordu
başladım bağırmaya ya rabbi, ya rabbi ne olur beni bu rüyadan ve olduğum durumdan kurtar

---
uzaktan bir ses duydum ve geldikçede yükseliyordu
bu ses allah’u taalenin bir ayeti idi
((andolsun sen bundan gaflette idin, derhal biz senin perdeni kaldırdık. Bugün artık gözün keskindir))
birden iki kişi beni tuttular, ama insan değillerdi

çok korktum !!

başladim bağırmaya, bırakın beni, siz kimsiniz? Ne istiyorsunuz?
kabire kadar senin gardiyanlarınız dediler
----
ben ölmedim, daha yaşıyorum dedim
neden beni kabire götürüyorsunuz? bırakın beni!! Ben hissediyorum, konuşuyorum ve görüyorum, ben ölmedim

bana gülümseyerek cevap verdiler

dediler ki, ey insanlar sizzler çok ilginç yaratıksınız, sanıyorsunuz ki ölüm hayatın sonudur ama bilmiyorsunuz ki asıl olan sizin yaşadığınız hayat bir rüyadan ibaret olup öldüğünüz zaman uyanıyorsunuz.
beni kabire doğru çekiyorlardı hala

yoldayken baktım ki benim gibi insanlar ve yanlarında da aynı o iki yaratıktan var, kimi ağlayor kimi gülüyor ve kimi ise bağırıyordu

onlara sordum neden böyle yapıyorlar?

dediler ki, bu insanlar şaşkınlık içerisindeler, nereye gittiklerini biliyorlar, kimisi dalalettedir.. korku içinde sözlerini keserek sordum:
ateşe gidiyorlar mi yani?
evet dediler '
konuşmalarına devam ederek, o gülenler ise cennete gidiyorlar
hemen sordum onlara, peki ben nereye gidecem??
dediler ki, sen bazen iyi gidiyordun, bazende kötü

bazen tövbe edip ertesi gün günah işliyordun ve izlediğin yol tam olarak belli değildi
ve hep öyle yitik kalacaksın
sözlerini korku içerisinde keserek sordum:
yani ben ateşemi gidiyorum yoksa?

Onlarda, Allahın rahmeti geniştir ve yolculukta uzundur dediler

---
yüzümü çevirdim korku içerisinde baktım ailem, babam, amcam, kardeşlerim ve akrabalarım hepsi
Bir sandık içinde beni taşıyorlardı
Onlara koiarak gittim ve onlara dedim ki benim için dua edin lütfen
Ama kimse bana cevap vermiyordu
kimi ağlıyordu kimi ise hüzünlüydü

Kardeşime giderek, dikkatli ol dünyanın fitnesi seni kandırmasın
Beni duymasını çok isterdim
O iki melek beni kabirdeki cesedimin üzerine bağladılar

baktım ki babam toprak atıyor üzerime
Kardeşlerim topak atıyor
Ordaki insanlar hepsi üzerime toprak atıyordu

----
dedim ki, ahh keşke onların yerinde olsaydım Allaha tevbe etseydim

dün sabah namazımı kılsaydım

Keşke her gün rabbime dua etseydim
Keşke her gün tevbemi yenileseydim
Keşke kötülüklerden uzak dursaydım
Başladım bağırmaya, ey insanlar dikkatli olun dünya hayatı sizleri kandırmasın
en azından birisinin beni duymasını çok isterdim
Peki sen beni duyuyormusun ???

----
lütfen herkese gönder
---
eğer göndermesi sana zor geliyorsa, daha iyi olacak çünkü sevabını hakketmiyorsun, ama kabirde olduğun zaman o zaman, ahh keşke gönderseydim diyeceksin
***
süphanallah ve bihamdihi.. süphanallahul azim

18 Nisan 2012 Çarşamba

YEMİN'İN ÇEŞİTLERİ,YEMİNİ BOZMAK VE KEFFÂRET



YEMİN ÇEŞİTLERİ

2001 Âyet-i Kerîme'de: "Allah sizi yeminlerinizdeki lağvden dolayı sorumlu tutmaz" buyurulmuştur. Dolayısıyla önce "YEMİN-İ LAĞV" üzerinde duralım. Esâsen Hanefi fûkahası; Allahû Teâla (cc) adına yapılan yemini üçe ayırmıştır. Birincisi: Yemin-i Lağv. İkincisi: Yemin-i Gâmus. Üçüncüsü: Yemin-i Mün'akide'dir.(60)

YEMİN-İ LAĞV: Lağv yemin; hiçbir şer'i hükmü olmayan yemindir. Hz. Aişe (ranha) vâlidemiz şöyle târif etmiştir: "Lağv yemin, kişinin hiçbir kasdı olmaksızın "VAllahi böyledir" veya "VAllahi böyle değildir" demesidir. İbn-i Abbas (ra)'dan şöyle rivayet edilmiştir: "Kişi zan üzere bir şeyin olacağına yemin eder ki gerçekten böyle değildir. Madem ki yemini yapan kişi; olan herhangi bir fiili zannı gâlip ile bildiğinden dolayı yapmaktadır ve bu iş hiç de onun sandığı gibi değildir. Bu yemin lağv yemindir. Çünkü o bu yemini kandırmak ve hile yapmak için yapmamıştır"(61)

YEMİN-İ GÂMUS: Bir kimsenin yalan olduğunu bile bile ve kasden yaptığı yemindir. İnsanları aldatmak için; kendisi, aksinin sâbit olduğunu bildiği halde, Allah (cc)'ın adını kullanarak yemin eden kimse "Gâmus (Büyük, Günâha sokan) yemin" yapmıştır. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Bir kimse yalan yere yemin ederse, Allahû Teâla (cc) onu cehennem ateşine koyar"(63) buyurduğu bilinmektedir. Bunun dışında Abdullah b. Amr b. As (ra)'dan rivayet edildiğine göre; Resûlullah (sav) bir bedevinin büyük günâhlarla ilgili sualine cevap verirken, bunlar arasında "Yemin-i Gâmus'u" da zikretmiştir. Bedevi, yemin-i gâmus'un ne olduğunu sorunca Resûlullah (sav): "- Gâmus yemin; müslümanın malını elinden almak için yapılan hileli yemine denir" buyurmuştur. Hanefi fûkahası: "Gamûs yeminin keffâreti yoktur. Çünkü keffâret; günahların örtülmesi için, şer'i şerifin koyduğu hududlardır.

YEMİNİ BOZMAK VE KEFFÂRET

Allahû Teâla (cc)'ya itaat etmek ve sâlih ameller işlemek hususunda; yemin eden bir kimsenin, yemininden rücû etmemesi gerekir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de: "Karşılıklı muahede yaptığınız vakit, Allah'ın ahdini yerine getirin. Sapasağlam ettiğiniz yeminleri bozmayın. (Nasıl olur ki) üzerinize Allah'ı kefil yapmışsınızdır. Şüphe yok ki Allah ne yapacağınızı bilir"(74) hükmü beyan buyurulmuştur. Allahû Teâla (cc)'nın adını anarak ve O'nu kefil yaparak; İslâm'ın meşrû kabul ettiği bir işi yapmak için, yemin eden kimseye muhayyerlik yoktur. Eğer yeminini bozarsa; keffâret gündeme girer. Keffâret'in mâhiyeti üzerinde daha önce durmuştuk!..(75) Şimdi yemin keffâretini izaha gayret edelim.

Kur'ân-ı Kerîm'de: ".. (Yeminin) Keffâreti; ailenize yedirmekte olduğunuzun orta (derece)sinden on yoksulu doyurmak, ya onları giydirmek, yahud bir köle azâd etmektir. Fakat kim (bunları) bulamaz, (bulmaya muktedir olamaz) sa üç gün oruç tutması lâzımdır. İşte bu and (yemin) ettiğiniz vakit (onları bozmanın) keffâretidir. Yeminlerinizi muhafaza ediniz. Allah ayetlerini size böylece açıklıyor. Tâ ki şükredesiniz"(76) hükmü beyan buyurulmuştur. Resûl-i Ekrem (sav)'in döneminde; yemin keffâreti için yoksula ne kadar verildiğini izâh için, İmam-ı Buhari "Kitabû'l Keffâret" adı altında ayrı bir bölüm ayırmıştır.(77) Hanefi fûkahası: "Yemini bozmadan, keffâret vermek câiz değildir. Çünkü kitap ve sünnet'te; yeminin bozulmasından sonra keffâret'in sözkonusu olacağı sarihtir. Gücü yeten kimse; şu üç şeyden birisi ile yemin keffâretini yerine getirir.
Birincisi: Köle azâd etmektir. Zıhâr keffaretinde câiz olan,burada da câizdir.
İkincisi: On yoksulu giydirmektir. Her fakire bir veya daha fazla giyecek verir. Bunun asgarisi; fâkirin namazının caiz olacağı kadar giyindirilmesidir.
Üçüncüsü: On yoksulun doyurulmasıdır. Bu da tıpkı zıhâr keffaretinde olduğu gibidir"(78) hükmünde müttefiktir. Ancak yukarıda zikredilenlerin hiçbirisine gücü yetmezse; arka arkaya üç gün oruç tutmak mecburiyetindedir. İmkânı varken; borçlu olsa bile, oruç tutması câiz olmaz!.. Zira oruç; gücü yetmeyen (Çok fakir olan) kimseler için meşrû kılınmıştır.


ALLAHÜ TEÂLA (CC)'DAN GAYRİ İLE YAPILAN YEMİN'İN ŞARTLARI

1) Yemin eden kimse;
boşamayı veya köle azad etmeyi şart koşmuşsa, bu câizdir. Çünkü cezâ; yeminin bağlanmasının şartıdır.
2) Kendi üzerine yemin edilen şey; gelecekte yapılacak bir iş olmalıdır.
3) Allah'ın ismi; yeminin rüknünde söylenmelidir. İstisnâ belirten herhangi bir hüküm beyan edilmemelidir.
4) Yeminde; şart ile cezâ arasında bir engel bulunmamalıdır.

MALI SATABİLMEK İÇİN "YEMİN ETMEK" MEKRUHTUR

Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Yemin; malın harcanmasına, kazancın elden gitmesine (bereketinin mahvolmasına) sebebtir"(71) buyurduğu bilinmektedir. Ulema; alışverişte "sözünde sadık olduğu halde yemin etmek mekruh, yalan yere yemin etmek ise tahrimen mekruhtur" hükmünü beyan etmiştir Hz.Abdullah b.Evfa (ra)'dan rivayet edildiğine göre, Resul-i Ekrem(sav) 'in döneminde; bir kimse yalan yere yemin ederek, mal elde etmeye gayret sarfetmiş ve bunun üzerine şu Ayet-i Kerime nazil buyurulmuştur.(72) "Hakikat; Allah'a olan ahidlerine ve yeminlerine bedel az bir bahayı (hasis ve menfaati) satın alanlar (yok mu?) işte onlar için ahirette hiçbir nasib yoktur. Allah, kıyamet günü onlarla konuşmaz, onların yüzüne bakmaz, onları temize çıkarmaz. Onlar için pek açıklı bir azab vardır."(73)









Âlem nedir ? Âlemin tanımı ? Kaç tane âlem var ?



Kâinat, mahlûkât, mevcûdat, mümkinât mâsivâ, felek, yaratılmışların tümü, kısacası Cenâb-ı Allah’ın dışında kalan ve yeryüzü ile gökyüzündeki maddî, manevî bütün eşya ve varlıklar. Kâinat, bütün yaratılmışlar, havadis, evrende var olan her şey âlemi oluşturmaktadır. Kâinattaki bütün varlıkların her bir türü de ayrı bir âlem oluşturmaktadır. Cinler âlemi, ins âlemi, ruhlar âlemi, hayvanlar âlemi, melekler âlemi… gibi. Bu saydığımız âlemlerin her biri de kendi arasında bir çok âlem ve türe ayrılmaktadırlar. Bütün bunlar yani kâinat, kendisinden başka bir varlığın mevcut olduğuna tanıktır. Bunlar Allah’ın varlığının en büyük delili ve alâmeti olduğundan dolayı âlem adını almıştır.
Kur’an “Âlemlerin Rabbi” derken, kâinattaki bütün varlıklar ve sınıflar olan “Âlemîn’i kasdetmektedir. Âlem kelimesi genellikle Kur’an-ı Kerim’de çoğul olarak kullanılmaktadır. Bunun yanında İslâm, dünya ve ahiret âlemleri olarak da iki ayrı âlemden söz etmektedir. Dünya ve ahiret âlemleri içinde bulunan bütün varlıklar o âlemi oluşturmakta; hepsi
birden ise kâinatı meydana getirmektedir. Bunların da yaratıcısı Allah’tır. Dünya ve ahiret âlemleri ele alındığında kelime itibariyle yakın manasına gelen dünya önce; sonra anlamına gelen ahiret ise, sonra yaşanacak bir âlemdir. Dünya âleminin diğer adı “Fâni” yani “geçici âlem”; ahiretin diğer adı ise “bâkî âlem”dir. Bu iki âlem yalan âlem (dünya) ve gerçek âlem (ahiret) şeklinde kullanıldığı gibi, mükellefiyet ve sorumluluk dünyası ceza ve mükâfaat âlemi şeklinde de ifade edilmektedir. Dolayısıyla dünya ilk âlem, ahiret de son âlem oluyor.
Cenâb-ı Hakk A’râf suresinde; “Şüphesiz Rabbiniz yeri, göğü altı günde yaratan, sonra Arş’a hükmedendir. O, gece ile onu durmadan takip eden gündüzü bürür. Emrine âmade olan güneş, ay ve yıldızları da yaratmıştır. İyi biliniz ki yaratmak ve (insanlara) emretmek yalnız ona özgüdür. Âlemlerin Rabbi olan Allah yüceler yücesidir. ” (A’raf, 7/54)
buyurarak kâinatın, âlemin nasıl yaratıldığını, bunun yönetiminin kimin elinde, hükmetme hakkının kimde olduğunu bildirerek âlemin ikiye ayrıldığını, bunlardan birinin ‘Emir âlemi’, diğerinin ‘Halk (yaratma) âlemi’ olduğunu ifade buyurmaktadır.
Emir âlemine, ğayb, melekût, ceberût rûhânî, nûrânî, ulvî ve manevî âlem adı verildiği gibi, halk âlemine de şehâdet, mülk, zulmânî, cismânî, maddî ve süflî âlem her iki âlem birlikte ve aynı anda mevcut bulunmaktadır. Emir âlemi rûhânî ve mânevî alem denilmektedir. Emir ve halk alemleri yaratıldıktan sonra içiçe olmuş insanın bu iki âlemdeki ilişkileri de birbirleriyle sürekli münasebet halinde bulunmuştur. Şu halde halk âlemi maddî ve cismânîdir. Bunun için aynı zaman ve mekân içinde birlikte bulunmaları mümkün olmaktadır. Aynen ruh ile bedenin birlikte bulundukları gibi. Emir, yani ruhânî âlem zaman ve mekâna gerek duymamaktadır. Mutasavvıfların üzerinde durdukları âlem budur. Onlar rûhânî âleme sâlih amel, ilhâm, aşk ve keşf ile nüfuz etmeye çalışmaktadırlar. Mutasavvıflar birçok hususta ‘felsefe’nin etkisinde oldukları için âleme bakışları da felsefi ekollerin görüşlerini yansıtır. Alem hakkındaki görüşleri daha çok Yeni Eflâtuncuların görüşüne benzemektedir. Bunun için âlemdeki beş mertebeden söz ederek bunlara “Hazarât-ı Hamse” adını verirler. onlara göre âlemin beş ayrı mertebesi vardır:
1-Ulûhiyyet Mertebesi. 2-Ruhlar mertebesi (Emir âlemi), 3-Misâl âlemi, 4-Cisim âlemi, 5-İnsan-ı Kâmil (olgun insan).
İslâm mutasavvıf ve düşünürleri bu çerçeve içinde meseleyi değerlendirirken beş ayrı kanaat ileri sürmüşlerdir:
1-Bu âlem var olması imkân dahilinde olan âlemlerin en iyisidir. Bundan daha güzelinin yaratılması mümkün değildir. Buna “mutlak iyimserlik” denir.
2-Bu âlem var olması imkân dahilinde olan âlemlerin en kötüsüdür. Ebû A’lâ el-Maarri’nin savunduğu bu görüşe de “mutlak kötümserlik” denir.
3-Bu âlemde iyilik ve kötülük bir arada mevcuttur. Fakat iyilik daha çoktur. Onun içinde buna “nisbî iyimserlik” adı verilmiştir.
4-Bu âlemde iyilik ve kötülük bir arada mevcuttur. Fakat kötülük iyiliğe nazaran çok daha fazladır. Buna da “izâfî karamsarlık” denir.
5-Bu, çözülmesi asla mümkün olmayan bir problemdir. Onun için insanlar bu hususta görüş belirtemezler. Dolayısıyla çekimser kalınıp “bu konuda tavakkuf etmek gerekir”, denilmektedir.
Filozofların âlem hakkındaki görüşlerine gelince; Yunan filozofları bu meseleyi çözmek için çok uğramışlardır. Yunan filozoflarının âlem hakkındaki görüşlerine İslâm filozofları da çok büyük önem vermişlerdir. Aristo bu kâinatın ezelî olduğuna inanıyordu. Ona göre, bu âlemin şekil itibariyle değil de asıl maddesi ezeli idi. Bunun aslî maddesi önceden
mevcut olup Allah buna sonradan şimdiki şeklini vermiştir. Bu yaratmadan sonra da âlem kendi kendini yönetmiştir.
Eflâtun ise meseleye daha değişik bakmıştır. Ona göre biri ideler, diğeri gölgeler âlemi olmak üzere iki âlem var olup, bunlar birbirlerine bağlıdır. Duyu organlarımızla algıladığımız madde âlemi ideler âleminin bir gölgesidir. Dolayısıyla bu maddî âlemin varlığı ideler âlemine bağlıdır.
İslâm filozofları ise, eski Yunan felsefesini, İslâm’ın kâinat hakkındaki ahenk anlayışı ile mezc ederek İslâm’a sokmuşlardır. Buna bağlı olarak, Kâinatın ezelî olduğu inancını taşıdıklarından dolayı İmam Gazzâlî ve İbn Teymiyye gibi Ehl-i Sünnet çizgisini koruyan âlim ve düşünürler filozofları tekfir etmişlerdir. Farabî, İbn Sina ve İbn Rüşd gibi filozoflar akıl âlemi, nefis âlemi ve tabiat âlemi gibi üç ayrı âlemden söz etmektedirler. Bunlara karşı İslâm’ın saf ve gerçek akîdesini korumağa çalışan İmam Gazzâlî ise, Mülk âlemi, Melekût âlemi ve Ceberût âlemi diye üç âlemi kabul etmiştir.
Âlem-i A’lâ: En yüce âlem demek olup kâinatı yaratan Rabbü’l-âlemînin Rubûbiyet âlemidir.
Âlem-i Berzâh: Berzah, iki şey arasına giren engel, iki nesneyi birbirinden ayıran şey demektir. Dünya ile ahiret arasına girdiği için ölüm ânından kıyamete, insanların tekrar dirilmelerine kadar geçecek olan zamana da Berzah denilmiştir.
İslâmî bir terim olarak âlemi berzah ise insanların ölüm anından itibaren ruhlarının gittiği ve kıyamete kadar geçici olarak bulunduğu yere denir. (Ö.N. Bilmen, Muvazzah İlm-i Kelam, s. 247). Bu, ahiret hayatının ilk merhalesidir.
Ölümle beden hayâtiyetini kaybeder. Fakat ruh ölmez. Ruh bedeni terkedince daha üstün bir âlem olan âlem-i berzaha intikâl eder. Kıyamette, insanların tekrar diriltilmesine kadar orada kalır.
İnsan ruhunun üç safhası vardır:
a-Dünyada bedenimizdeki durumu,
b-Öldükten sonra âlem-i berzahdaki durumu,
c-Ahirette tekrar dirilme ile başlayan durumu.
Dünyada ruhumuz bedenimizle beraberdir. Mutluluk ve mutsuzluğu, keder ve sevinci ruhumuz bedenimizle beraber tadar. Ahirette, tekrar dirilince de durum böyle olacaktır.
Âlem-i berzah’da ise azap ve nîmeti tadan sadece ruhtur. Gerçi insan bu dünyada yaptığı iyi veya kötü amelinin karşılığını ahirette tekrar dirildikten sonra görecektir. Ama berzah âleminde de bunu az veya çok tadacaktır. Kur’an-ı Kerîm’in bildirdiğine göre âlem-i berzah’da Firavun ve yandaşları gibi kâfirler azap görecekler (el-Mü’min, 40/45-46), güzel amel işleyen müminler ise Allah’ın mükâfat ve nîmetine mazhar olacaklardır. (Âli İmran, 3/169-171).
Ruhun âlem-i berzahdaki durumu insanın uyku hâline benzetilebilir. İnsanın uyku hâli nasıl ki yaşayışla ölüm arasında başka bir âlemdir; bunun gibi âlem-i berzah da dünya hayatı ile ahiret hayatı arasında ve fakat tamamen değişik bir âlemdir.
Âlem-i Ceberût: Tasavvuf; bir terim olarak Ceberût; cebir ve zorlama demektir. İlâhî kudret ve iradenin etkili
olduğu âleme ceberût âlemi adı verilmiştir. Burada insan veya başka hiç bir ‘mahlûk’un güç ve iradesi etkili değildir. Kelime olarak İbrânice’de kudret anlamına gelen “Geburah” kelimesinden geldiği bilinmektedir. Ceberut âlemi; mülk âlemi ile Melekût âlemi arasında kabul edilmektedir. Yani orta âlem olan Ceberût âlemi, üstte olan Lâhût âlemi ile altta olan Melekût âleminin ortasıdır. (Cürcanî, Kitabu’t-Ta’rîfât, Ceberût mad.) Bu da Eflâtun’un ideler âleminin
aynısıdır.
Başka bir tarife göre ise, Ceberût Âlemi Allah’ın takdîrinin yâni ‘kaza’sının bulunduğu yerdir.
Âlem-i Emr: Maddî olmayan, akıl ve hisle kavranmayan âlemdir. Âlem-i Emr ile Âlem-i Halk’ın üstündeki her şey akla ve hisse kapalıdır. Ruh ve Melekler bu âleme dahildir. Buna Âlem-i Ğayb ve Âlem-i Melekût adı da verilmektedir.
Âlem-i Ervâh: Ruhlar âlemi demek olup insan ruhlarının beden vasıtasıyla dünya hayatına kavuşmadan ve öldükten sonra bulundukları yere verilen isimdir. Dünyaya gelip insanın bedenine giren ruh daima bu aslî vatanını özlemektedir. Bu ayrılık döneminde yani dünyada insan bedeninde bulunurken garîb sayılır. Burada yaratılmış bulunan ruhlar, hem kendilerini hem de diğer ruhları tanırlar.
Âlem-i Esmâ’ ve Sıfat: Cenâb-ı Allah’ın isim ve sıfatlarının oluşturduğu âleme verilen isimdir
Âlem-i Halk: Mahlûkât yani yaratılmışlar âlemidir. Âlem-i Emr’in karşıtı olan Âlem-i Halk; madde, eşya ve a’yan âlemidir. Burada sebep-sonuç ilişkisi geçerli olup her şey akıl ve duyu organlarıyla bilinebilir. Âlem-i Halk, Alem-i Emr’e bağlıdır. Çeşitli sebep ve hikmetlere binâen tedricî bir şekilde yaratılmıştır. Buna aynı zamanda Âlem-i Mülk veya Âlem-i şehâdet de denilmektedir.
Âlem-i Kübra: En büyük âlem anlamında olup buna Âlem-i Ekber adı da verilmektedir. Âlem-i Suğrâ’nın aksi olarak görülen Âlem-i Kübrâ’ya dış görünüşe göre kâinat denmektedir. Buna göre Âlem-i Suğra da insanın kendisidir. Bunun için felsefe ve tasavvufta bu iki âlem şöyle ifade edilir: “Âlem büyük bir insandır. İnsan ise küçük bir âlemdir.” Bu da insan yapısı ile kâinat arasındaki benzerlikten kaynaklanmaktadır. Zîra insan maddî bir vücûda, duyan bir ruha ve düşünen bir akla sahiptir. İnsanı kuşatan kâinat da bu üç âlemden ibarettir.
Âlem-i Melekût: Tasavvufi bir tabir olup, Âlem-i Mülk ile Âlem-i Ceberûttan sonraki âlemdir. Buna ‘Ğayb Âlemi’ adı da verilir. Mana ve ruh âlemidir. İslâm filozof ve mutasavvıflarına göre Melekût âlemi duyularla algılanan kâinatın dışında kalan, yalnız düşüncede yaşayan ve görünmeyen varlıkların bulunduğu âlemdir.
Âlem-i Misâl: Ruhlar âlemi ile cisim âlemi arasında bulunan bir geçiş âlemidir. Bunun diğer adı ‘Alem-i Berzah’tır.
Âlem-i Mülk: Âlem-i Halk olarak da bilinen Âlem-i Mülk dünyanın kendisidir. Buna Âlem-i Şehâdet de denilmektedir.
Âlem-i Suğra: En küçük âlem demektir. Bu da insanın kendisidir. Âlem-i Kübrâ’nın karşılığı olarak kabul edilir. İnsan küçük âlem; âlem ise, büyük insandır. İnsan ile kâinat arasında ilişki kuranlar kâinatta var olan her şeyin bir benzerinin insanda da var olduğunu kabul etmişlerdir. Bu da bir felsefe ve tasavvuf tabiridir.

9 Nisan 2012 Pazartesi

ZİNA ETMENİN HÜKMÜ, ZİNA HADDİNİ UYGULAMANIN ŞARTLARI, ZİNANIN CEZASI VE İHSAN TERİMİ KAPSAMI



Zina etmek, bir kadınla nikâhsız veya haksız olarak cinsel temasta bulunmak. Arapça "zenâ" fiilinden mastar. Zinanın sözlük ve terim anlamı birdir. Bu da; bir erkeğin kadınla bir akde veya haklı bir sebebe dayanmaksızın önden cinsel temasta bulunmasıdır. Zina eden erkeğe "zânî" kadına ise "zâniye" denir.

Hanefîler, bir fıkıh terimi olarak zinayı şöyle tarif etmişlerdir: İslâmî hükümlerle yükümlü bulunan bir erkeğin, kendisine cinsel istek duyulacak yaştaki diri bir kadına, İslâm ülkesinde nikâh akdine veya cariyelik gibi haklı bir nedene dayanmaksızın önden cinsel temasda bulunmasıdır.

Zinada had cezasının uygulanması için, erkeğin cinsel organının en az sünnet yerinin (haşefe) kadının cinsel organına girmiş olması gerekir. Bundan daha azına meselâ; öpmek, sarılmak veya uyluk arasına sürtünmek vb. hareketler haram olmakla birlikte had cezasını gerektirmez. Küçük çocuk ve akıl hastası yükümlü olmadığı için bunların fiili de kendileri bakımından haddi gerektirmez. Diğer yandan Ebû Hanîfe'ye göre erkek veya kadına arkadan temasta bulunmak (livâta) zina hükmünde değildir. Çünkü bu, zina olarak nitelendirilmez. Ebû Yusuf, İmam Muhammed, Şâfiî, Hanbelî ve Mâlikîler aksi görüştedir. Ölü kadın, hayvan veya ergenlik çağına gelmemiş olan ve kendisine cinsel istek duyamayan kız çocuğu ile temas da zina hükmünde değildir. Çünkü bu gibi temasları selîm fıtrat kabul etmez. Ayrıca erkek veya kadının zinaya zorlanmamış olması da şarttır. Çünkü Raslüllah (s.a.s): "Ümmetimden hata, unutma ve zorlandıkları şeyin hükmü kaldırıldı" (Buhârî, Hudûd, 22; Talâk, II; Ebû Dâvud, Hudûd, 17; Tirmizî, Hudûd, 1; İbn Mâce, Talâk, 15) buyurmuştur.

Zinaya zorlanan kadına had cezası gerekmediği konusunda İslâm bilginlerinin görüş birliği vardır. Zinaya zorlanan erkeğe gelince, Şâfiîlere ve Mâlikîlerde tercih edilen görüşe göre böyle bir erkeğe ne had ve ne de ta'zîr cezası gerekmez. Delil, yukarıdaki hadis ve zorlanma özrünün bulunmasıdır. Ebû Hanîfe'nin ilk görüşüne göre zinaya zorlama Devlet başkanı tarafından olmuşsa had gerekmez. Devlet başkanından başkası zorlamışsa istihsân'a göre had uygulanır. Çünkü, zorlama ancak sultan tarafından gerçekleşir. Ebû Hanîfe'nin istikrar bulan görüşü ise, zorlanana had cezasını uygulamamasıdır. Çünkü bazan erkeğin istek dışı cinsel temasa gücü yetebilir. Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e göre iki durumda da zorlanana had cezası uygulanmaz. İmam Züfer aksi görüştedir (el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', 2. baskı, Beyrut 1394/1974, VII, 34,180; eş-Şirâzi, el-Mühezzeb, Mısır t.y., II, 267; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Mûctehid, II, 267; İbn Rüşd, Bidâyetû'l-Müctehid, II, 431; İbn Kudâme, el-Muğnî, 3. baskı, Kahire,1970, VIII,187, 205; Vehbe ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletüh, 2. baskı, Dimaşk 1405/1985, VI, 27 vd.; Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye ve İstilâhat-ı Fıkhıyye Kamusu, İstanbul 1968, III,197 vd).

Zina İslâm'da ve önceki bütün semâvî dinlerde haram ve çok çirkin bir fiil olarak kabul edilmiştir. O büyük günahlardandır. Irz ve neseplere yönelik bir suç olduğu için cezası da hadlerin en şiddetlisidir.

Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur:

"Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o, çok çirkin bir iş ve kötü bir yoldur" (el-İsrâ, 17/32). "Onlar Allah ile birlikte başka ilaha dua etmezler. Haksız yere, Allah'ın haram kıldığı kimseyi öldürmezler ve zina da etmezler. Kim bunları yaparsa cezaya çarpar. Ona kıyamet gününde kat kat azap verilir ve o azabın içinde alçaltılmış şekilde ebedî bırakılırlar" (el Furkân, 25/68).

Bekâr erkek veya bekâr kadının zina etmesinin cezası yüz değnek, evli ve iffetli erkek veya kadının zina cezası ise taşla öldürme (recm)dir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Zina eden kadın ve zina eden erkekten her birine yüz değnek vurun. Eğer Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız bunları Allah'ın dinini uygulama hususunda acıyacağınız tutmasın. Mü'minlerden bir topluluk da, onların cezasına şahid olsun" (en-Nûr, 34/2). Celde, ete geçmemek üzere, yalnız deriyi etkileyecek şekilde vurmak demektir. Vuruşta yalnız kürk ve palto gibi kalın elbiseler çıkartılır, diğerleri çıkarılmaz.

Evli, iffetli erkek veya kadına recm cezası ise, sünnetle sabittir. Çünkü Rasûlüllah (s.a.s) Mâiz'e ve Benî Gâmid'ten bir kadına recm cezasını uygulamıştır. Recm'in meşrûluğu konusunda sahabenin icmaı vardır.

Zina haddi Allah'a ait haklardandır. Bu, aileye, nesle ve toplum düzenine karşı işlenen bir suç olduğu için toplum haklarından sayılır.

Mezhep imamları çocuk ve akıl hastasına zina haddinin gerekmediği konusunda görüş birliği içindedir. Hadiste şöyle buyurulmuştur: "Üç kişiden kalem kaldırılmıştır. Çocuktan büyüyünceye kadar, uyuyandan uyanıncaya kadar, akıl hastasından iyileşinceye kadar" (Ebû Dâvud Hudûd, 17).


Zina Haddini Uygulamanın Şartları

Zina eden erkek veya kadına ceza uygulanabilmesi için bir takım şartların bulunması gerekir:

1- Zina edenin erginlik çağına ulaşması gerekir. Ergin olmayan çocuğa had uygulanmaz.

2- Akıllı olması gerekir. Akıl hastasına had uygulanmaz. Akıllı bir erkek, akıl hastası bir kadınla veya akıl hastası bir erkek akıllı bir kadınla zina etse, bu ikisinden akıllı olana had cezası uygulanır.

3- Çoğunluk fakihlere göre müslümana ve kâfire zina haddi uygulanır. Fakat Hanefilere göre muhsan olan kâfire recm uygulanmaz, değnek vurulur. Mâlikîlere göre kâfir bir erkek kâfir bir kadınla zina etse had uygulanmaz. Fakat zinasını açığa vurursa te'dib edilir. Müslüman bir kadını zinaya zorlarsa öldürülür. Şafii ve Hanbelîlere göre pasaportlu gayri müslim yabancılara ne zina ve ne de içki içme cezası verilmez. Çünkü bunlar Allah haklarından olup, müste'menler bu hakları üstlenmemiştir.

4- Zinanın istekle yapılmış olması. Çoğunluğa göre zinaya zorlanana had uygulanmaz. Hanbelîler aksi görüştedir.

5- Zinanın insanla yapılmış olması. Üç mezhebe ve Şâfiîlerde sağlam görüşe göre hayvanla temas edene had cezası gerekmez, ta'zir uygulanır. Hayvan öldürülmez ve çoğunluğa göre onun yenilmesinde de bir sakınca yoktur. Hanbelîlere göre ise, iki erkeğin şahitliği ile hayvan öldürülür, eti haram olur ve hayvanın tazmin edilmesi gerekir.

6- Zina edilen kadının ergin veya kendisine cinsel istek duyulan bir yaşta olması gerekir. Küçük kız çocuğu ile zina edilmesi halinde zina eden erkeğe de kıza da had cezası gerekmez. Ergin olmayan çocukla cinsel temasta bulunan kadına da had uygulanmaz.

7- Zinanın bir şüpheye dayalı olmaması gerekir. Bir kimse kendi eşi veya cariyesi sanarak yabancı bir kadınla cinsel temasta bulunsa çoğunluğa göre had gerekmez. Ebû Hanîfe ve Ebû Yusuf'a göre ise had gerekir. Çünkü burada failde şüphe vardır. Mezhepler arasında ihtilaflı olan fasıt nikâhtan sonraki cinsel temasa had gerekmediği konusunda da görüş birliği vardır. Velisiz veya şahitsiz evlenme halinde durum böyledir. Bu da akitte şüphe bulunduğu içindir. Evlilik ittifakla fasit olursa had uygulanır. iki kız kardeşi bir nikâhta toplamak, beşinci eşle evlenmek, nesep veya sût cihetinden haram olan bir hısımla evlenmek, iddet beklemekte olan kadınla veya üç talâkla boşadığı kadınla hulleden önce evlenmek bu niteliktedir. Ancak bütün bunların haramlığını bilmediğini iddia ederse, bunlarla olan cinsel temas haddi gerektirmez.

8- Zinanın dârul İslâm'da olması. İslâm Devlet başkanının dârul harp veya dârul baği (âsiller ülkesi) üzerinde velâyet yetkisi yoktur. Yani orada hadleri uygulamaya gücü yetmez.

9- Kadının diri olması. Çoğunluğa göre, ölü kadınla cinsel temasta bulunana had gerekmez. Mâlikîlerde meşhur olan görüş bunun aksinedir.

Zinanın Cezası

Zinanın cezası, zina eden erkek veya kadının bekar ya da evli olmasına göre değişiklik gösterir. Dayak, taşlâ öldürme, sürgün ve İslâm Devletinin koyacağı bir ta'zir cezası bunlar arasındadır.

1- Yüz Değnek Cezası

Bekâr erkek veya kadının zina cezası yüz değnek olup, Kur'ân-ı Kerîm'le belirlenen bir had cezasıdır.

"Zina eden kadın ve erkekten her birine yüz değnek vurun" (en-Nûr, 34/2).

Dayak cezası uygulanan zina suçlusunun, suçun işlendiği yöreden bir yıl süreyle sürgün edilmesi İslâm'ın ilk dönemlerinde uygulanan bir ceza türü idi. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Bekâr'ın bekârla zinası için yüz değnek ve bir yıl sürgün. Dulun dulla zinası için ise yüz değnek ve taşla recm vardır" (İbn Mâce, Hudûd, 7). Ancak bu uygulama Nûr sûresi inmezden önceye aittir. Bu sûre inince bekârlar için yalnız değnek (celde), evli (muhsan) olanlar için sünnetle recm cezası belirlenmiştir (es- Serahsî, el-Mebsût, 3. baskı, Beyrût 1398/1978, IX, 36 vd).

Hanefilere göre celde cezasına sürgün ilâve edilmez. Çünkü âyette celde zina cezasının tümünü ifade eder. Ancak sürgün bir had cezası değil, İslâm Devlet başkanının görüşûne bırakılan ta'zir cezası kabilindendir. O sürgünde bir yarar görürse uygular. Nitekim, zina edenin tevbe edinceye kadar hapsedilebilmesi de bu niteliktedir.

Şâfiî ve Hanbelîlere göre celde ve bir yıl sürgün birlikte uygulanır. Sürgün yeri seferîlik mesafesinden uzakta olmalıdır. Dayandıkları delil, yukarıda zikredilen sürgün bildiren hadistir. Ancak kadın kocası veya mahrem bir hısmı ile birlikte sürgüne gönderilir. Çünkü Hz. Peygamber; "Kadın, yanında kocası veya mahremi bulunmadıkça yolculuğa çıkamaz" (Buharî, Taksîr, 4, Mescidü Mekke, 6, Sayd, 26, Savm, 67; Ebû Dâvud, Menâsik, 3; Müslim, Hacc, 413-434; Tirmizî, Radâ', 15) buyurmuştur.

Mâlikilere göre ise yalnız erkek sürgün edilir, yani bulunduğu beldeden uzakta hapsedilir. Kadın gittiği yerde de zina etmemesi için sürgün edilmez.

Diğer yandan sürgün hadisinin sonundaki dul için öngörülen celde ve taşla recmin birlikte uygulanması dört mezhebe göre amel edilmeyen bir esastır. Çünkü muhsan (evli) için yalnız recm uygulaması bildiren hadisler daha sahihtir. Nitekim Ebu Hureyre ve Zeyd bin Hillit'ten bir topluluğun naklettiği işçi kıssası bunu ifade eder. İşçisi ile zina eden evli kadın olayında Hz. Peygamber, bekâr olan işçi için yüz değnek ve bir yıl sürgün cezasına, kadın için ise recm cezasına hükmetmiştir (es-Serahsî, a.g.e., IX, 37; ez-Zühaylî, a.g.e., VI, 39). Zâhirîlere göre, celde ve recm birlikte uygulanır. Onlar, sürgün hadisinin sonundaki "...evli evli ile zinasına yüz değnek ve taşla recm vardır" kısmının açık anlamına dayanırlar.
2- Recm Cezası:

Muhsan olan erkek veya kadının zinası için recm cezası konusunda İslâm bilginleri görüş birliği içindedirler. Delil; Sünnet ve İcmâ'dır.

Hz. Peygamber'in evli olarak zina edene recm cezası uyguladığı tevâtüre ulaşan hadislerle sabittir.

Bir hadiste şöyle buyurulur: "Müslüman bir kimsenin kanı şu üç durumda helal olur. Zina eden evli kimse, nefse karşılık nefsi ve İslâm toplumundan ayrılarak dinini terkedeni öldürmek" (Buhârî, Diyât, 6; Müslim, Kasâme, 25, 26; Ebu Dâvud Hudûd, 1; Tirmizî, Hudûd, 15, Diyât, 10; Nesâî, Tahrîm, 5, Kasâme, 6; İbn Mâce, Hudûd, Dârimî, Hudûd 2, Siyer, II).

Hz. Peygamber'in recm uyguladığı olaylar şunlardır.

a- Evli bir kadınla zina eden bekâr için yüz değnek ve bir yıl sürgün cezası uygulanmıştır. Allah elçisi bir sahabeyi kadına göndererek şöyle buyurmuştur: "O kadına git, eğer suçunu itiraf ederse, onu recmet" (Buhârî, Hudûd, 3, 38, 46, Vekâlet,13; Tirmizî, Hudûd, 5, Karizmatik.

b- Çeşitli yönlerden sabit olan Mâiz olayı. Mâiz, zinasını itiraf etmiş ve Rasûlüllah (s.a.s) onun recmedilmesini emir buyurmuştur (eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, VII, 95, 109; Zeylaî, Nasbu'r-Râye, III, 314 vd).

c- Gâmidiyeli kadın zinasını ikrar etmiş ve doğumdan sonra recm uygulannııştır (İbn Mâce, Diyât, 36; Mâlik, Muvatta ; Hudûd II; eş -Şevkânî, Neylü'I-Evtâr, VII, 109).

İslâm ümmeti recmin meşrûluğu üzerinde icmada bulunmuştur. Ancak hâricîler ekolü recmi inkâr etmiştir. Çünkü onlar tevatür sınırına ulaşmayan haberleri delil olarak kabul etmezler (es-Serahsî, a.g.e., IX, 36).

İhsan Terimi ve Kapsamı

İhsan bir İslâm hukuku terimi olarak; bir erkek veya kadına had cezası uygulanabilmesi için bunlarda şer'an bulunması gereken vasıfları ifade eder. Bu niteliklere sahip erkeğe "muhsan", kadına "muhsana" denir. Çoğulu "muhsanat" tır.

İhsan, zina iftirası (kazf) ve recm ihsanı olmak üzere ikiye ayrılır.

Zina iftirası atılan kimsenin muhsan sayılması için akıllı, ergin, hür, müslüman ve zinadan iffetli bulunması gerekir. Bu nitelikler olunca iftiracıya âyette şu ceza öngörülür: Namuslu ve hür kadınlara zina iftirası atan, sonra da bunu dört şahitle ispat edemeyen kimselere seksen değnek vurun. Onların ebedî olarak şahitliklerini kabul etmeyin. Onlar fâsıkların ta kendileridir" (en-Nûr, 24/4).

Ancak, kadın zinayı ikrar eder veya iftiracı dört şahitle bunu ispat ederse had cezası düşer (bk. "Kazf" mad)

Recm için muhsan sayılmada ise erkek veya kadında yedi niteliğin bulunması şarttır. Bu nitelikler şunlardır: Akıllı olmak, ergin bulunmak, hür ve müslüman olmak, sahih nikâhlı bulunmak ve bu nikâhtan sonra eşiyle meni gelmese bile guslü gerektirecek şekilde cinsel temasta bulunmak. Bu şartlardan herhangi birisi bulunmazsa ceza yüz değneğe dönüşür. Bu duruma göre, küçük çocuk, akıl hastası, köle, kâfir, fâsit nikâhla evli kimse veya cinsel temas olmayan mücerred nikâhla evli kimse için "muhsanlık" söz konusu olmaz. Diğer yandan erkek muhsanlık şartlarını taşır fakat karısı küçük, akıl hastası veya cariye olmak gibi bir sebeple muhsan bulunmazsa, ondan bu arızalar kalktıktan sonra kocası onunla eşit şartlarda yeniden cinsel temasta bulunmadıkça koca muhsan sayılmaz. Çünkü bu yedi şartın eşlerde birlikte bulunması gerekir.

Ebû Yusuf'a göre, bir müslüman sahih nikâhlısı olan bir gayri müslim kadınla cinsel temasta bulunmakla muhsan olur. Şâfiîler de bu görüştedir (eş-Şirâzî, el-Mühezzeb, II, 268). Buna göre, biri küçük, diğeri ergin, biri uykuda diğeri uyanık veya biri akıllı, diğeri akıl hastası olan karıkoca cinsel temasta bulununca, ehliyetli olan muhsan sayılır, daha sonra başkası ile zina ederse had cezası yalnız ona uygulanır.

Muhsanlık sıfatının devamı için evliliğin devam etmekte olması şart değildir. Bu yüzden ömründe bir defa evlenen ve eşiyle cinsel temasta bulunup da, dul kalmış olan kimse de muhsan olabilir (Bilmen, a.g.e., III, 201).

Zina Haddini Uygulamanın Şartları

6- Zina edilen kadının ergin veya kendisine cinsel istek duyulan bir yaşta olması gerekir. Küçük kız çocuğu ile zina edilmesi halinde zina eden erkeğe de kıza da had cezası gerekmez. Ergin olmayan çocukla cinsel temasta bulunan kadına da had uygulanmaz.

HİDAYETE NAİL OLMANIZ İÇİN İMANA DÂVET




      Hakk Celle ve Alâ Hazretleri Mâide sûre-i şerif’inin 44. 45. ve 47. Âyet-i kerime’lerinde Allah’ın hükümleriyle hüküm vermeyenlerin kâfirler, zalim ve fasıklar olduğunu beyan buyurmaktadır.
Bunları arzu ile yapmak, küfür basamağına adım atmak demektir.
      Bir kimseye dinden çıkması için pek çok para teklif edilse çıkmaz da, bilmediğinden ötürü Hazret-i Allah’ın hükmüne rıza göstermemekle küfre girdiğinin farkında olmaz.
       Allah-u Teâlâ Mâide suresi’nin 44. Âyet-i kerime’sinde hükümleri ile hükmetmeyenlerin kâfir olduklarını haber veriyor:
“Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerdir.” (Mâide: 44)
      Bu ilâhi hükmü bırakıp kendisinin veya başkalarının verdiği hüküm ile hükmeden bir kimse kâfir olur. Çünkü Hazret-i Allah’ın indirdiğini reddetmekle küfür suçu işlemiştir.
       Allah-u Teâlâ Mâide sûre-i şerif’inin 45. Âyet-i kerime’sinde Ahkâm-ı ilâhi ile hareket etmeyenlerin zâlim olduğunu haber vermektedir:
       “Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse, işte onlar zâlimlerdir.” (Mâide: 45)
Allah-u Teâlâ’nın dininden sözedebilmek için O’nun indirdiği ile, emir ve hükümleriyle hükmetmek gerekir. Çünkü O’nun hükümranlığının tecellisi budur.
Bu ilâhi emir ve hükümleri bırakıp kendi arzu ve istekleriyle bu hükümlere uymayanlar veya başkalarının hükümleri ile hükmedenler zâlim olurlar. Çünkü Hazret-i Allah’ın indirdiği fermân-ı ilâhi’yi, emir ve hükümleri çiğnemekle kişi zulüm suçunu işlemiş olur. Böylece zâlim olur.
Allah-u Teâlâ Mâide sûre-i şerif’inin 47. Âyet-i kerime’sinde Nezd-i ilâhi’sinden indirdiği hükümlerle hükmetmeyenin fâsık olduğunu haber veriyor:
“Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse, işte onlar fâsıklardır.” (Mâide: 47)
Binaenaleyh Hazret-i Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, O’nun hükümlerinden saptıkları ve saptırdıkları için fâsık olurlar. İlâhi hükümleri bırakıp kendisinin veya tâbi olduğu imamın hükümlerini kabul ettiğinden hem kâfir, hem zâlim, hem fâsık olurlar.

Din Kuran ve Dinini Ayakta Tutmak İsteyenlere Gelince:

Allah-u Teâlâ Mü’minun Sûre-i şerif’inde şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz sizin bu ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde benden korkun.” (Mü’minun: 52)
Cenâb-ı Hakk, inananları tek ümmet kabul ediyor ve bu teklikten ayrılanlar huduttan ayrılmış oluyor. Onlar bu emr-i ilâhi’yi dinlemediler ve korkmadılar. Yetmişüç fırkadan yetmişikisi huduttan böyle çıktı. Allah-u Teâlâ’nın emrine uymadıklarından ve ters düştüklerinden, dinden çıktılar.
Ve Allah-u Teâlâ: “Benden korkun!” emr-i şerif’ini buyurduğu halde: “Hayır, biz senden korkmuyoruz.” dediler. “Bizim imamlarımız var, papazlarımız var, masonlarımız var. Biz senden korkmuyoruz” dediler. Allah-u Teâlâ’ya meydan okudular.
Allah-u Teâlâ da cevaben buyuruyor ki:
“Amma ne var ki insanlar din hususunda kendi aralarında parçalara bölündüler, çeşitli kitaplara ayrıldılar. Her bölük, her parti kendi tuttuğu yoldan memnundur, yanında bulunan (din veya kitapla) sevinmektedir.” (Mü’minun: 53)
Dinden murad isimleri, kitaptan murad ise zan ve tüzükleridir.
Bu Âyet-i kerime her sapana ve sapıtıcıya hitap eder, yaptığı icraat ahkâm-ı ilâhi’ye ters düşüyorsa bu Âyet-i kerime’ye bakarak hükmedin ki ilâhi hükme ve din-i İslâm’a ters düştüğü için küfre kaymıştır.
Bu böyledir. Çünkü bu gibi hareketler küfür kapsamına girer.
Allah-u Teâlâ bölücülerin hepsi için “Tuttuğu yoldan memnundur.” diyor. Dikkat edin! Hepsi memnun değil mi? Memnun oldukları için bu Âyet-i kerime’nin kapsamı içine giriyorlar. Binaenaleyh Mü’minun sûre-i şerif’inin 53. Âyet-i kerime’si bir berzahtır.
İslâm’dan çıktıktan sonra her bir bölücü birer isim yaptı. Bu isimler birer dindir. Oysa İslâm’da bir tek ümmet, bir tek din vardır.
“Allah katında din İslâm’dır.” (Âl-i imran: 19)
Allah-u Teâlâ’nın yanında makbul olan din yalnız budur.
Kitaba gelince; İslâm dininin kitabı birdir, o kitap Hazret-i Kur’an’dır. Onların kitapları ise kendi zanlarına göre uydurdukları hüküm ve tüzükleridir. Allah-u Teâlâ burada açık olarak işaret ediyor. Murad-ı ilâhî budur, bunu böyle bilmemiz lâzımdır.
Onların dini ayrıdır, kitapları ayrıdır. Her bölük kendi dinine göre, kendi kitabına göre hareket ediyor. Böylece dinden çıkıyorlar ve bundan pek memnundurlar, aralarında bununla seviniyorlar. Hepsine sor, hepsi de kendi tuttukları yoldan memnundur. Bu yoldan onları alıkoymak da mümkün değil.
Bu Âyet-i kerime’lere bak, bir de bunların icraatlarına bak. Kararını kendin ver.

Şair Uzman Jandarmadan İkinci Şiir. (Hak arayışı Uzman Jandarmayı Şair Yaptı)

Türkiye cumhuriyeti sınırları içerisinde uzman jandarmalarla ilgili haberleri  okumayan kalmamıştır muhtemelen. Astsubaylarla ...