
Başkalarına kardeşinin ayıplarını anlatmak onun hoşuna gitmeyecek şeyleri
söylemek demek olduğundan, ancak dil ile söylemek haram olmuştur. Kaş-göz
işareti yapmak, imâ, işaret ve yazı gibi gıybet anlamı ifade eden her hareket
de gıybettendir. Meselâ elle birisinin uzun veya kısa boyluluğuna işaret etmek,
bir şahsın ayıpları hakkında yazı yazmak gıybettir. Gıybeti tasdik etmek de
gıybettir. Gıybet yapılan yerde susan kişi gıybete ortak olmuş olur. Diliyle
gıybetçiye karşı duramayanın kalbiyle inkâr etmesi gerekir. (İmam Gazzâli,
Zübdetü'l-İhya, Trc: Ali Özek, İstanbul 1969, 362, 363).
Allah Resulu şöyle buyurur:
"Bir kimse yanında hakarete maruz kalan bir mümine gücü yettiği halde
yardım etmezse, Allah o kimseyi kıyâmet gününde insanların önünde rezil
eder" (Tebarâni).
- "Her kim gıyabında kardeşinin kusurlarını söyletmezse, kıyâmet gününde
Allah da onun kusurlarını örtmeyi tekeffül eder" (İbn Ebi'd-Dünya).
- "Ey kalbiyle değil, sadece diliyle iman edenler topluluğu! Müslümanların
gıybetini yapmayınız, ayıplarını araştırmayınız. Zira kim kardeşinin ayıp ve
kusurlarını araştırırsa Allah do onun kusurlarını araştırır. Allah, kimin
kusurunu araştırırsa onu evinin içinde bile olsa rezil ve rüsva eder."
(Ebû Dâvud, İbn Ebî Dünya).
İslam dininde kardeşlik olgusunun, "Müminler ancak kardeştir. İhtilaf ettikleri
zaman, iki kardeşinizin arasını düzeltin; ve sakının ki, merhamet
olunasınız" (el-Hucurat, 49/10) ilâhi buyruğu ile kurulmuş olması, İslâm
toplumunu bu iman kardeşliği üzerinde yükselen güçlü bir toplum yapmaktadır.
Böyle bir toplumda gıybet yoktur.
Çünkü, Hz. Peygamber (s.a.s)'in buyurduğu gibi, "Mümin müminin aynasıdır.
Mümin iki el gibidir, birisi diğerini temizler." Bu ölçüler, toplumu fitne
ve bozgunculuktan uzak tutar.
Gıybetin sebepleri:
1. İntikam duygusunu tatmin,
2. Arkadaşlara muvafakat,
3. Gösteriş ve büyüklük; başkalarını küçültme, kendini büyütme,
4. Kıskançlık,
5. Hoşça vakit geçirmek, güldürmek için başkalarının ayıp ve kusurlarının
ortaya serilmesi,
6. Küçük düşürmek için alay (Gazzâlî, İhyâu Ulûmiddin, Trc: Ali Arslan, İstanbul
19'72; VI, 522 vd).
Gıybetten korunmak için kişinin öncelikle kendi kusurlarıyla uğraşması gerekir.
Şuralarda gıybet câizdir:
1) Haksızlık karşısında: "Hak sahibinin söz hakkı vardır" (Buhârî,
Müslim).
2) Fetva istemede: Utbe kızı Hind, Resulullah'a gelerek kocası Ebû Süfyan'ı
cimriliğiyle, çok az nafaka bırakmasıyla çekiştirmiş ve kocasının malından
haberi olmadan alıp alamayacağını sormuştu. Allah Resulu de "Sana ve
çocuğuna yetecek miktarda, iyilikle al" buyurdu.
3) Bir kimseyi kötülükten menetmek:
4) Kişiyi meşhur olan lakabıyla anmak.
5) Kişinin fısk-u fücûrunu alenen yapması, yaptıklarından dolayı gurur duyması,
yaptıklarının söylenmesinden dolayı üzüntü duymamasıdır. Yaptıklarıyla övünmesi
yüzünden onları anmak gıybet sayılmaz.
Gıybetçinin günâhtan kurtulması için pişmanlık duyması, tövbe etmesi, gıybetini
yaptığı kimse ile helâlleşmesi gerekir. Gıybeti yapılan da merhametli davranır,
affeder. Düstur: "affa yapış(mak), iyiyi emret(mek), cahillerden uzak
ol(maktır) (el-A'râf, 7/ 199).
İşte bu mahsus maddelerde, garazsız ve sırf hak ve maslahat için gıybet caiz
olabilir. Yoksa, gıybet, nasıl ateş odunu yer, bitirir; gıybet dahi a'mâl-i
salihayı yer, bitirir.
Eğer gıybet etti veyahut isteyerek dinledi; o vakit “Allahım, bizi ve gıybetini
ettiğimiz zâtı mağfiret et”diye dua etmeli, sonra gıybet edilen adama ne vakit
rast gelse, "Beni helâl et" demeli(Nursi, Mektubat, 22).
(Hamdi DÖNDÜREN)
GIYBET FELAKETİYLE SAVAŞ
Eğer insanlar gerçekleri açık ve cesur bir ortamda eşit şartlar altında paylaşabilselerdi;
yüzlerinden başka, gıyaplarında başka olmasalardı, savaşlar çıkmayacaktı;
kavgalara, üzüntülere yer kalmayacaktı. Tüm felaketlerin, hatta ebedî
kahroluşların ardında, gıybet tohumlarını bulacaksınız. Tüm kötülükler, gıybeti
de beraberlerinde taşırlar.
Gıybet nedir? Gıybet biçimlerini nasıl sınıflandırabiliriz? Gıybet neden ve ne
kadar kötüdür?
Burada öylesine gizli, iğrenç ve vebadan hızlı yayılma gücü olan bir
hastalıktan söz ediyoruz ki, ondan kurtulmak ancak ısrarlı bir savaşın, derin
bir içtenliğin eseri olabilir. Gıybet tuzağında tüm iyiliklerinin yok olup
olmadığını merak eden, konuşmalarını gözlemlemeli ve gıybet biçimleri üzerinde
çok düşünmelidir.
Aşağıdaki tanımları, temel kaynaklardaki ipuçlarına dayanarak yapılandırdık.
Konuyu ele alan metinlerde tam olarak bu şekilde oluşturulmuş bir sınıflama
mevcut değildir; ama bizim sınıflamamızın içerikleri kaynaklarda vardır:
•Alenî sade gıybet: Sevgili Peygamber(a.s.m.) gıybeti “Birinizin, kardeşini
hoşlanmayacağı şeyle anmasıdır!” şeklinde tanımlamış;(1) “Din kardeşinin yüzüne
karşı söylemediğin şeyi ardından söylemen gıybettir”(2) demiştir. Bir kişinin
gıyabında ondan hoşlanmayacağı şekilde, hakkında doğru olan birşeyi söylemek,
alenî gıybetin ta kendisidir. Futbolcuların oynama stilleri üzerinde
konuşanları dinleyin; sanatçıların özel hayatlarına burunlarını sokan magazin
tutkunlarının neler anlattıklarına bakın. Komşularınız, eşiniz, dostunuz ve
hatta kendi evladınız hakkında gıyaplarında konuşurken hangi üslubu
kullandığınıza bakın. Çoğu insan, değil gıybet ettiklerini, başkalarından
bahsettiklerini bile fark etmiyorlar. Siz isimleri geçen insanların yerinde
olsaydınız, kendinizden o şekilde söz edilmesinden hoşlanır mıydınız? Eğer
hakkında konuştuğunuz kişi huzurda olsaydı, cümlelerinizi, hatta o andaki
duruşunuzu değiştirme ihtiyacı duyar mıydınız? Eğer öyleyse -doğruları
söylemeniz şartıyla- yaptığınızın adı gıybettir ve bu, gıybetin en sade
formudur.
•İftiralı gıybet: Peygamber (a.s.m.) devam eder: “Eğer söylediğin onda varsa
gıybetini yapmış oldun; eğer yoksa bir de iftirada bulundun.”(3) İftira,
kusurların en çirkinidir. Eğer gıybet ederken kullandığımız bilgi bizzat kendi
gözlemimize ait değilse, başkasından duymuşsak, dilden dile kesinlikle değişime
uğramıştır ve tam olarak doğru değildir.
Başkasından -veya dostlarımızdan- duyduğumuz bilgiyi aktardığımızda,
sözlerimizin gıybeti aşarak iftiralı gıybete dönüşme ihtimali en az %80’dir.
Çünkü insanların %80’i duyduklarının doğruluğunu tahkik etmezler; duygularını
ve tercihlerini dolaştırdıkları söze katarlar; üstelik hafızaları bozuktur,
bilgi dilden dile dolaşırken kırk farklı kimliğe bürünür. Bu konuda sürekli
hassas davranmayanların ise defalarca iftira atma ihtimalleri %100’dür.
•Gizli gıybet: Çoğu zaman yaptığımız, kalbimizden geçirmek, yani zannetmek
suretiyle gıybete girmektir. Gıybetin ne kadar kötü olduğunun vurgulandığı
âyette, Kur’ân şöyle der: “Ey iman edenler, zandan çok kaçının; çünkü zannın
bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli yönlerini araştırmayın.”(4) Bütün zanlar
ve tahminler değil; ama kimi zanlar, gıybet hâlini almaktan kendini kurtaramaz.
Hazret-i Gazalî, bunu ‘kalp ile gıybet’ şeklinde tanımlamış; ‘bir kimsenin
ayıbını insanın kendi kendine söylemesini’ bile reddetmiş; kalp ile gıybeti,
‘gözü ile kötü birşeyi görmeden, kulağı ile duymadan, bir kimseye suizanda
bulunmak’ şeklinde tarif etmiştir.(5)
Şefkatli Yaratıcımız, kendisine karşı işlediğimiz suçlardan pişman olduğumuzda
bizi bağışlayacağını söylüyor; ama kul hakkıyla şehit bile olsak, affımızı vaad
etmiyor. Allah, kullarının haklarını kendi hakkından önemli tutmuştur. Haksız
suizandan kul hakkı doğar. Gıybet temelde insanlara karşı işlenen bir suçtur ve
onun affedilmesi yetkisi, gıybet edilen insanlardadır. Bu yüzden masumun
ahlâkı, onuru hakkında delil olmaksızın kötü zanda bulunur da içimizdeki kötü
zannı doğru kabul edersek, ağır bir bedel ödeyeceğiz.
Peygamber (a.s.m.) der ki, “Bir kimse kardeşini bir kusur ile ayıplarsa, o
kimse ölmeden o kusuru işler.” Başkalarının hoşlanmadığımız özelliklerinin
hangi şartlardan kaynaklandığını nereden biliyoruz? Kimlerin hangi zorluklar
yoluyla kaderleri tarafından eğitildiklerini bilmeksizin, kimi kusurlu gözüken
yönlerinin gizli bile olsa gıybetini yapmaya ne hakkımız var!
Değerli bir insan bize şunu anlatmıştır: Orta Doğu Teknik Üniversitesi fizik
bölümünü kazanmış; bölüme kayıt kuyruğunda yanındaki kişiyle konuşurken, onun
dokuz yıldır okulu bitiremediğini öğrenmiştir. İçinden, “Vay dangalak, bir okul
dokuz yılda bitirilemez mi?” diye geçirmiş ve kendisi de o okuldan ancak dokuz
yılda mezun olabilmiştir. Başımıza gelenlere bakalım; orada açık veya gizli
gıybetleri yapılmış insanların haklarının iadesini görebilecek miyiz?
•Münafıkâne/ikiyüzlü gıybet: Gıybetin en utanç verici biçimidir ki, İmam Gazalî
buna ‘münafıkâne gıybet’ demiştir.(7) Gıybeti yapan şöyle der: “Allah affetsin,
o da bizim gibi bazen karıştırıyor,” “İnşaallah düzelir, daha iyi olur.” Bu
gibi sözlerle görünürde hakkında konuştuğu kişiyi sevdiğini, iyiliğini
dilediğini demeye çalışmakta; ama gizliden gizliye de o kişinin bozulmuş
olduğunu, yanlışlar yaptığını ima etmektedir. Dinleyenin ikiyüzlülüğü de şu
şekildedir: “Boşver gitsin, gıybet oluyor.” Bunlara benzer sözleri söylerken,
aslında gıybeti gerçekten engellemek istemiyor; görünürde aksini savunsa da,
içten içe o kişi hakkında gıybet yapılmasından hoşlanıyor.
•Söz taşımalı gıybet: İnsanların sözlerini muhataplarına ara bozmaya yol açacak
şekilde taşımak biçimindeki gıybettir. Şöyle der Peygamber(a.s.m.):
“(Arabozucu) söz taşıyan cennete giremeyecektir.” Kur’ân bizi uyarır: “Ey
in******r, eğer bir fasık size bir haber getirirse onu araştırın. Yoksa
bilmeyerek bir kavme sataşırsınız da yaptığınıza pişman olursunuz.”(9)
Hasan-ı Basrî şöyle der: “Başkalarının sözünü sana ileten, getiren, muhakkak senin
sözünü de başkalarına iletir. ...Zira onun yaptığı hem gıybet, hem zulüm ve
hıyanet, hem de aldatma ve haset, hem nifak, fitne ve hiledir.”(10) Elbette
başkalarının sözlerini nakletme hakkımız var. Ama, “Sevgili arkadaşım veya aziz
hocam şöyle demişti...” gibi bir dostluk ifadesiyle başlayacak isim zikrini,
ancak sözün sahibinin güzel ve duyduğunda hoşuna gidecek olumlu sözleri takip
edebilir. Yoksa, “Adam senin -veya filancanın- hakkında dedi ki...” şeklinde
başlayıp, sözün sahibini üzecek bir cümle söyleyen, kendisini felaketler
arasından felaket beğenmeye hazırlansın.
•Kitlesel gıybet: Yukarıda ayrımlaştırılan gıybet türleri tek tek bireyler
hakkında olabileceği gibi kitleler ve insan toplulukları hakkında da olabilir.
Bir topluluk hakkında gıybette bulunanın kurtulabilmesi için o topluluğun
tümünden affedilme dilemesi gerekir. Kitlesel gıybet, bir insanın irtikap
edebileceği, altından kalkılması en zor, en acınası, en dehşetli gıybettir.
Yukarda geçen âyetin “...Yoksa bilmeyerek bir kavme sataşırsınız...”(11)
şeklindeki bölümü, ‘bir kavme sataşma’ terimiyle suçun kitlesellik tehlikesine
vurgu yapmaktadır.
Filan partilileri, falan spor takımını tutanları, filan cemaat, din veya mezhep
mensuplarını veya filan ırka, milliyete mensup insanları küçümseyen, onlarla
alay eden gıybetçilerin ebedî âlemde ödeyecekleri tazminat inanılmaz ağır
olacaktır. Bu açıdan örneğin yalnızca bir Temel fıkrasını anlatan, eğer bu
fıkra Karadenizlileri rencide etmişse, tümüne bunun manevî tazminatını ödemeye
mahkûm olacağını iyi bilmelidir. Eğer bir Nasrettin Hoca fıkrası anlatacaksak,
“Acaba merhumu gıyabında rencide eder miyiz?” diye korkmalıyız. Birkaç kişiyi
on saniye güldürmek uğrunda şerefimizi ateşe veremeyiz. En dehşetli akıbetler
alay edenler için hazırlanmıştır ki, Kur’ân onlar hakkında, onların “vay
hâline!” buyurur Hümeze sûresinde.
İnanç sistemimizi aşağılayan, kitlesel gıybetler ve iftiralar yapan sözler
medyada hemen her gün yayınlanıyor. Bu saldırıların her birini ruhumuzdan
kanlar fışkırtan paslı mızraklar olarak algılıyoruz. Onurumuza yapılan bu
saldırılar çoğu zaman uykularımızı kaçırıyor. Okul kapılarında ağlaşan gencecik
evlatlarımızı gördükçe çaresizlik çığlıkları koparıyoruz. İnsanlık onuruna
saygı duyan herkes, bu kitlesel gıybet ve iftiralar altında inliyor.
Türkiye’de bir siyasetçi bir diğer siyasetçiye ‘... onbaşı’ diyerek, onbaşılığı
aşağıladı. Bir -veya iki- onbaşı rencide olduğu için manevî tazminat davası
açtı ve kazandı. Tüm onbaşılar da aynı davayı açabilir ve aynı tazminatı
kazanabilirlerdi. Hatta eğer Türkiye’de insanlar haklarını korumak için dava
açma cesaretine ve alışkanlığına sahip olsalardı, o tür sözleri söyleyenlerin
tüm servetleri tek bir cümle yüzünden eriyip gidebilirdi. İnsan adaleti bu
onurlu sonucu gerektiriyorsa, ebedî adaletin bu hesabı soracağından kimsenin
şüphesi olmamalıdır.
•Paylaşımlı/ortaklaşa gıybet: Gıybeti yapan, sadece onu söyleyen veya ima eden
değil, aynı zamanda rıza ile dinleyendir veya yapmasa da yapılmasından
hoşlanandır. Cinayeti izlerken gücü yettiğince karşı koymayan da katil
sayıldığı gibi, yanında gıybet yapıldığı halde müdahale etmeyen de tam olarak o
gıybetin ortağı olacaktır. Gıybet bu yönüyle—gizli biçimi hariç—ancak birden
fazla kişinin ortaklaşa irtikap edebileceği fuhuş gibidir.
Sevgili Peygamberin(a.s.m.) “Kim ki yanında Müslüman kardeşinin gıybeti
yapıldığı halde, gücü yeterken kardeşine yardım etmezse, Allah onu dünya ve
ahirette zelil kılar”(12) şeklindeki sözü, gıybeti dinleyenin sorumluluğuna
işaret eder. Hatta bu hadis, gıybeti yapandan çok, yanında gıybet yapıldığı
halde derhal müdahale edip kardeşinin onurunu korumayanı tehdit ediyor.
Anlıyoruz ki, huzurlarında yapılan—haksız—gıybete küçücük korkuları yüzünden
müdahale etmeyenler, onurlu bir hayat sürdüremeyecekler.
Gıybetin caiz olduğu durumlar nelerdir?
Bazı özel şartlarda gıybet edilebilir. Ancak, bunun için söylenenlerin en basit
formda, yani yalnızca doğrudan ibaret olmaları; “garazsız ve sırf hak ve
maslahat için” 28 Söylenmiş olmaları; aşağıdaki şartlardan birine dahil
bulunmaları zorunludur.29
a) Şikayet için: Şikayet ederek kötülüğünü aktardığınız kişi, o kötülüğü—en
azından sizin zannınıza göre—düzeltebilecek kişidir. Komşunuzun çocuğu
bahçenizi kirletiyor ve ailesine gidip, çocuklarına engel olmalarını rica ediyorsunuz.
İş arkadaşınız size haksızlık yapıyor; işverene gidip, hakkınızın korunmasını
istiyorsunuz. Şunlara dikkat edeceğiz:
• Ortada birisinin kötülüğü olmalıdır. Bu kötülük, sahibinin gizli ve özel
hayatıyla ilgili değil, alenîdir; size veya başkalarına açıkça zarar veriyor.
Eğer sizin veya başkasının hakkını gasp niteliğinde bir kötülük değilse,
kimseyi hiçbir şartta başkasına şikayete hakkınız yoktur. Örneğin komşunuz özel
hayatında gizli gizli alkol alıyor. Bunun kusur olduğunu bildiği için de gizliyor;
muhtemelen pişman ve kurtulmak istiyor, biz bilmiyoruz. Böyle gizli bir yanını
keşfettiğimizde, onu düzeltebilecek birisine bile olsa şikayet edemeyiz. Çünkü
o zaman gizli kusuru açığa çıkarma suçunu işleriz ki, bu vahim bir suçtur.
• Sadece şikayet ediyorsunuz. Öfkenizi de içine katıp, hakaret etmiyorsunuz;
ki, öfke nedeniyle şikayetinizi abartıp söze asılsız anlamlar da katıyorsanız,
o zaman iftira veya hakaret olacaktır. Ancak doğruyu söylemek şartıyla hakaret
olmaz: Birşeyinizi çaldığından eminseniz, ‘şu hırsız adam,’ küfrettiyse ‘şu
ahlâksız kişi’ diyerek söze başlamanız hakkınızdır. Çünkü bunu yapmıştır; bu
sıfatı kazanmıştır.
• Şikayeti aktardığınız kişi, herhangi birisi veya dertleştiğiniz bir
arkadaşınız değil, tam olarak o sorunu giderebileceğini düşündüğünüz kişidir.
Bir komşunun size eziyetini diğer komşu gideremezse şikayeti ona yapamazsınız.
Hatta varsayalım, gerçekten hakkınızı koruyabilecek birisini buldunuz;
şikayetinizi ilgisiz olan umumun huzurunda umumla birlikte ona değil, yalnızca
ona aktarmalısınız.
• Kardeşini kardeşine, akrabasını akrabasına, arkadaşını arkadaşına, eşini
dostuna şikayet eden kişiler çok dikkatli olmalıdırlar. Şikayet ettiğimiz kişi
çoğu zaman bize yapılan haksızlığı durdurabilecek durumda değildir. Onun yapacağı,
çoğu zaman, ya hakkımızda suizan etmek, bizden aldığı sözü başkalarına taşımak
veya şikayetlerimizden kurtulmak için bizden kaçmak olacaktır. Başkasından
hakkımızı alalım derken, ilgisiz insanlara konuyu aktardığımız için hoş olmayan
bir yönümüzü bildirmiş olacağız; bu yüzden manevî gücümüz zayıflayacak, üstelik
bu yolla intikam aldığımızdan ilâhî huzurdaki hakkımızdan da mahrum kalacağız.
• “Şikayet etmeyeyim de haksızlığı içime mi gizleyeyim?” diyebilirsiniz.
Gizlememelisiniz. Ama haksızlıkla savaşın doğru biçimi, insanların yüzüne kuzu,
gıyaplarına aslan kesilmek değildir. Haksızlıkla ikiyüzlülük yoluyla
savaşılamaz. İnsan onuru, haksızın huzuruna karşı yanlışı cesaretle ve alenen
dile getirmeyi gerektirir. Gizliden, sözünün arkasında duramayacak ve
iftiraları da katacak şekilde şikayetlerle haksızlıkla savaşılamaz; olsa olsa
fitnelerin kapısı açılır. Adaleti iyi işleyen sağlam ve hızlı bir hukuk
devletinde hakkı gasp edilen hemen mahkemeye gidebilir ve hakkını
alabilirdi.
b) Danışma/istişare: Birbirimize danışma ve fikir almak gerektiğinde yapılan,
kimi durumlarda gıybet değildir. Netleştirelim:
• Birisiyle ortaklık yapacaksınız/birlikte bir iş yapacaksınız veya birisi
tanıdığınız biriyle ortaklık planlıyor. Ortak olunacak kişiyi iyi tanıyan birisine
gidip onun özelliklerini sormanız veya size sorulduğunda söylemeniz gıybet
değildir. Ortaklığın her türlü biçimini dikkate alabilirsiniz: Ortak işyeri
açacaklar, evlenecekler, birlikte ev, arsa satın alacaklar, borç alıp
verecekler, aynı odayı paylaşacaklar, bir projeyi bölüşecekler, oradan
alışveriş yapacaklar, birbirlerine birşey emanet edecekler...
• İncelik şudur: Ortaklıklarda birbirinizin özel hayatlarına girersiniz,
toplumsal boyutun ötesindeki yönlerinizi paylaşırsınız. Özel hayatınız ortaklık
yapacağınız kişinin özel hayatından etkilenir. Örneğin birisinin dolandırıcı
olması, ondan yapacağınız alışveriş kararınızı etkiler. Bir kişinin gizli ve
özel hayatı beni hiç etkilemeyecekse, o zaman ortaklık ilişkisi içerisinde
olduğumu savunamam. Örneğin kalabalık bir işyerinde çalışıyorsam, dairemdeki
benimle doğrudan ilgisiz diğer arkadaşların özel yanları hakkında kimseye
danışamam ve bana bu gerekçeyle sorulursa cevap veremem. Aynı kurumda çalışıyor
olmamız, ortak olduğumuz anlamına gelmez.
• Analiz yapmalısınız: Size birisi hakkında fikir soran kişi en samimi
kardeşiniz bile olsa, önce niçin sorduğunu öğrenmelisiniz. Çoğu zaman,
ortalıkta dolaşan bir dedikodu yüzünden merak ettiklerini, yani fitne ve fesat
seline kapıldıkları için sorduklarını fark edeceksiniz. O anda ağzınızı açıp
konuşursanız, ne yazık ki kardeşinizle birlikte çamur seline kapılmış, manevî
cehenneme sürüklenmiş olacaksınız. Sorma gerekçesinde, ‘ortaklık’
diyebileceğiniz kadar önemli, ciddi bir yön varsa, o zaman cevap vermelisiniz.
• Şartları oluşmuşsa istişareye doğru cevap vermek zorunluluktur. Eğer size
sorulan kişinin bildiğiniz bir kusuru varsa, sevdiğiniz kişi, örneğin evladınız
olduğu için gerçekleri gizlemişseniz; bu yüzden ilerde oluşacak tüm sorunların
defterinize yazılacağından, suskunluğunuzun bedelini ödeyeceğinizden korkmakta
haklı olacaksınız. Susmak ne kadar önemliyse, gerekli olduğunda konuşmak da o
kadar önemlidir.30
• İstişarede vereceğimiz veya soracağımız bilgi konuyla ilgili olmak
zorundadır. Örneğin: “Onunla ortak olma, zira ahlâksız bir kişidir; zaten anne
babası da ahlâksızdı” derseniz, doğru da söyleseniz, gıybet yaparsınız. Danışan
kişi onu mu, anne babasını mı sordu? Eğer anne babasıyla ortaklık yapacaksa, o
zaman çocukları hakkında hiç konuşmamanız gerekirdi. Kimsenin suçu yakınlarını
lekelemez ve insanı bir yakınının kötü yanıyla anmak zalimliktir; alçaklıktır,
haysiyetsizliktir, en iğrenç şeytanlıktır.31 Lût peygamber (a.s.), asilerle
işbirliği yapan eşine nisbet edilemez. Hangi kötü akrabanız yüzünden size çamur
atılmasına vicdanınız razı olabilir? Ancak, çok dikkatle bir istisnayı dikkate
almamız gerekir: Şayet tanımladığımız kişinin yakın çevresinin bu olumsuz
durumlarının bu ortaklığı etkileyeceği düşüncesindeysek, bunları vurgulamamız
da gereklidir. Fakat gerekmiyorsa, bunları isim isim açıklayarak değil,
isimlerden soyutlayarak aktarmalıyız.
• Vereceğimiz bilgi, öfkemiz veya önyargımız nedeniyle gerçek sınırını aşar da
gerçek dışı boyutlar da içerirse, o zaman iftiralı gıybet olacaktır. Hele
tahmine veya başkalarından duyduğumuz sözlere dayanıyorsa, doğru da çıksalar,
büyük suç olduğu kanaatindeyim. Zira, Müslüman sadece doğru olanı söylemekle
değil, eğer kullanacaksa duyduğunu tahkik etmekle de sorumludur. Varsayalım ki
verdiğimiz bilgi doğru olsun; ama tahkik etmediğimiz bir bilgi ise, tahkik
görevini ihmal ettiğimiz için bence sorumluluktan kurtulamayız.
c) Tarif için: Bazı durumlarda, kimi insanları tarif etmek gerektiğinde,
rahatsız edebilecek özelliğini zikretmekten başka çare bulamayabiliriz: ‘cüce,
topal, kör, sağır, dilsiz, kulağı kesik, kambur...’ Açalım:
• İlk şart zorunluluktur: Adını bilmiyoruz veya bizi dinleyen kişi adını
bilmiyor; dolayısıyla onu bilinen veya gözlemlenebilecek bir kişisel
özelliğiyle tanımlamak zorundayız. Dinleyen kişi, adamı söyleyeceğimiz vasfıyla
tanımıyorsa, ‘filanca kör kişi’ demek de gıybettir. Çok okunan kitaplara imza
atan, Evrenin Kısa Tarihi isimli kitabın yazarı Stephen Hawking ismini hemen
herkes biliyor. Kendisini—tüm saygımla örnek veriyorum—‘şu tekerlekli
sandalyeye mahkûm, vücudu şöyle böyle biçimli yazar’ şeklinde tanımlama
hakkımız yoktur.
• Ayrıca, ‘kör, sağır, cüce’ gibi, içeriğinde küçümseme yatan kelimelerle
tanımlamakta gıybet ihtimali yüksektir. Bunların yerine, ‘görme, işitme özürlü,
çok kısa boylu vb.’ gibi, saygıyı hissettiren anlatımlar tercih edilmelidir.
Varsayın, görme özürlü bir erkek olsaydınız; gıyabınızda ‘şu kör herif’
şeklinde mi, ‘şu görme özürlü beyefendi’ şeklinde mi tanımlanmaktan hoşnut
olurdunuz?
• Bazı durumlarda, kişilerin zâtlarından çok vasıfları belirgin olabilir ve
onları vasıflarını kullanarak tanımlamak zorunda kalabilirsiniz. ‘Yüzünde tiki
olan, kekeme, içine kapanık, mahallenin maskotu...’ gibi vasıflar doğru
olabilir. Ancak bu tür vasıfların içeriğinde olumsuz anlamlar yer alır ve
insanlar çoğunlukla bunları olumsuz algılayarak rahatsızlık duyarlar.
d) Açıktan günah işleyenler: Nihayet son bir durum, bazı insanları, yapıcı
eleştiride bulunmak, kötü ve çirkin yanlarını söylemek özel şartlarda gıybet
olmadığı gibi, bazı şartlarda kimi insanların aşağılanacak şekilde
gıybetlerinin yapılması gereklidir de. Sevgili Peygamber (a.s.m.) şöyle
buyurur: “Üç grup vardır ki, gıybetlerini yapman sana haram değildir: günahı
açıkça işlemekten sıkılmayan, zalim idareci ve dinde olmayanı dine sokan
bid’atçı.”32 “Haya örtüsünü atan kimsenin arkasından konuşmak gıybet
değildir.”33 “Ne fâsık, ne de mücâhir (günahı açıktan işleyen) kimse için
söylenen gıybet sayılmaz...”34
• Gıybeti caiz olan bu kişiyi Bediüzzaman şöyle tanımlar: “O gıybet edilen adam
fasık-ı mütecâhirdir. Yani fenalıktan sıkılmıyor, belki işlediği seyyiatla
iftihar ediyor; zulmü ile telezzüz ediyor...”35 Fısk, yani ahlâksızlık, çirkin
işleri, kusurları, dince yasaklanan şeyleri alenî yapıyor mu? Alenen ve
pervasızca işlediği kumarı ve sarhoşluğu savunuyor; cinsel sapkınlıklarını
umuma neşrediyor mu? Birinci kriter, kişinin bu kusuru alenî işlemesi ve diğeri
de bunları yapmaktan utanmamasıdır. Bir adım daha ileride üçüncü kriter,
bunları anlatmaktan ve bilinmelerine şahit olmaktan zevk almasıdır. Yani, zaten
kendi kötülüklerini anlatmaktan gurur duyan adamı gıyabında bu aşağılık
eylemleri nedeniyle tahkir etmek suç değildir. Kişinin bu tür kötülükleri gizli
yapması, bunlardan utandığını, bilinmesinden zevk almayacağını gösterir. Gizli
iseler ifşa edilemezler. Gizlenen bir kişisel kusuru açığa çıkarmak onu
işlemekten daha kötüdür.36
• İkinci önemli nokta, kişinin zalim olması hâlidir. Zulümde başkasının
hakkının gaspı, başkalarına işkence etmek gibi faktörler vardır ki, bunların
aleyhinde olmak ve bunlara engel olmaya çalışmak, bunların aleyhinde kamuoyu ve
propaganda yapma gayretinde bulunmak, aynı zamanda bir görevdir. Sözü geçen
zalim idareci, bir ülkenin yöneticisi olabileceği gibi, bir mahallenin muhtarı,
bir şirketin patronu ve bir ailenin babası da olabilir.37
• Bu tür insanların aşağılanması, insanların onlardan uzak durmalarına katkı
sağlayabilir. Ancak özellikle ahirzamanda bu tür gıybetlerin fonksiyonları
değişebilir ki, korkunç bir tehlikedir. Bediüzzaman, “Bâtılı tasvir safi
zihinleri idlaldir” demiştir. Örneğin, ‘ahlâksız eşcinsel adam...’ sözü, kişiyi
aşağılıyor; ama zaafı olanlara tuzak kuruyor. Hayretle göreceksiniz: Gazeteler,
sapıklıkları sayfalarına taşırken, bunları iğrençlikler ve ahlâksızlıklar olarak
takdim ettiler. Bu sayede, hem toplum onlara itiraz etmedi; hem de bilinmeyen
ve insanların aklından hiç geçmeyen bu tür aşağılıklar bilinir oldu ve
yaygınlaştı. “Aşağılayalım” derken böyle bir tahribata da hizmet etmemeliyiz.38
e) Eleştirmek için: Kural olarak, eleştiri rahatsız edici ise gıybet sınıfına
dahildir. Dolayısıyla, sıradan insanları gıyaplarında eleştirme hakkımız da
yoktur. Ancak kamusal hayat sözkonusu olduğunda, yukarıdaki dört duruma ek
olarak bir kriteri daha dikkate alacağız:
• Kamusal kişilikleri, aşağılama ve hakaret olmaksızın ve iftira atmaksızın,
onları rahatsız edecek olsa da, eleştirme hakkımız vardır. Yazarlar,
sanatçılar, bilim adamları, siyasetçiler ve topluma model olarak sunulan herkes
burada istisnaî konumdalar. Bu kişiler toplumla ortaklık konumunda olan
kişilerdir; fikirleri ve tutumları tüm toplumu etkiler, şekillendirir,
yönlendirir.
• Bu kişilerin zâtlarını ve gizledikleri özel hayatlarını değil, yaydıkları
eser ve tutumlarını eleştirebiliriz. Görüşlerine katılmadığımızı ve farklı
düşündüğümüzü söyleyebiliriz. Biz Allah’tan vahiy almadık ve dolayısıyla,
samimi inancımızı da söylesek, farklı düşünen ve inanan başkalarını aşağılama
üslubuyla eleştirmeye hakkımız olamaz.39
• Toplumun inanç ve değerler sistemini etkileyen kamusal kişiliklerin
gizledikleri özel hayatlarını kurcalayamayız. Yaydıkları fikirleri bize çok
aykırı gelebilir. Sosyal çoğunluğun ve yüksek âlimlerin yüksek çoğunlukla
katıldıkları durumlar dışında, yalnızca bizim cemaatimize, din, mezhep veya
partimize uymuyor diye kimseyi aşağılayamayız: “Sapıttı, bâtıl yola girdi,
kâfir oldu, dinini sattı, bizi saptırıyor, sahtekârdır...” gibi utanç verici
hükümlerin altından kimse kalkamaz. Çoğu zaman eleştiri ile hakareti birbirine
karıştırıyoruz. Aşağılayıp geçmek eleştirmek değildir, zihinsel tembelliktir,
pervasızlıktır.