Ne Olursan Ol_Yinede Gel_ Aynı dili konuşan değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilirler. (Hz. Mevlana)
26 Haziran 2011 Pazar
ZİNA ETMENİN HÜKMÜ
Zina etmek, bir kadınla nikâhsız veya haksız olarak cinsel temasta bulunmak. Arapça "zenâ" fiilinden mastar. Zinanın sözlük ve terim anlamı birdir. Bu da; bir erkeğin kadınla bir akde veya haklı bir sebebe dayanmaksızın önden cinsel temasta bulunmasıdır. Zina eden erkeğe "zânî" kadına ise "zâniye" denir.
Hanefîler, bir fıkıh terimi olarak zinayı şöyle tarif etmişlerdir: İslâmî hükümlerle yükümlü bulunan bir erkeğin, kendisine cinsel istek duyulacak yaştaki diri bir kadına, İslâm ülkesinde nikâh akdine veya cariyelik gibi haklı bir nedene dayanmaksızın önden cinsel temasda bulunmasıdır.
Zinada had cezasının uygulanması için, erkeğin cinsel organının en az sünnet yerinin (haşefe) kadının cinsel organına girmiş olması gerekir. Bundan daha azına meselâ; öpmek, sarılmak veya uyluk arasına sürtünmek vb. hareketler haram olmakla birlikte had cezasını gerektirmez. Küçük çocuk ve akıl hastası yükümlü olmadığı için bunların fiili de kendileri bakımından haddi gerektirmez. Diğer yandan Ebû Hanîfe'ye göre erkek veya kadına arkadan temasta bulunmak (livâta) zina hükmünde değildir. Çünkü bu, zina olarak nitelendirilmez. Ebû Yusuf, İmam Muhammed, Şâfiî, Hanbelî ve Mâlikîler aksi görüştedir. Ölü kadın, hayvan veya ergenlik çağına gelmemiş olan ve kendisine cinsel istek duyamayan kız çocuğu ile temas da zina hükmünde değildir. Çünkü bu gibi temasları selîm fıtrat kabul etmez. Ayrıca erkek veya kadının zinaya zorlanmamış olması da şarttır. Çünkü Raslüllah (s.a.s): "Ümmetimden hata, unutma ve zorlandıkları şeyin hükmü kaldırıldı" (Buhârî, Hudûd, 22; Talâk, II; Ebû Dâvud, Hudûd, 17; Tirmizî, Hudûd, 1; İbn Mâce, Talâk, 15) buyurmuştur.
Zinaya zorlanan kadına had cezası gerekmediği konusunda İslâm bilginlerinin görüş birliği vardır. Zinaya zorlanan erkeğe gelince, Şâfiîlere ve Mâlikîlerde tercih edilen görüşe göre böyle bir erkeğe ne had ve ne de ta'zîr cezası gerekmez. Delil, yukarıdaki hadis ve zorlanma özrünün bulunmasıdır. Ebû Hanîfe'nin ilk görüşüne göre zinaya zorlama Devlet başkanı tarafından olmuşsa had gerekmez. Devlet başkanından başkası zorlamışsa istihsân'a göre had uygulanır. Çünkü, zorlama ancak sultan tarafından gerçekleşir. Ebû Hanîfe'nin istikrar bulan görüşü ise, zorlanana had cezasını uygulamamasıdır. Çünkü bazan erkeğin istek dışı cinsel temasa gücü yetebilir. Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e göre iki durumda da zorlanana had cezası uygulanmaz. İmam Züfer aksi görüştedir (el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', 2. baskı, Beyrut 1394/1974, VII, 34,180; eş-Şirâzi, el-Mühezzeb, Mısır t.y., II, 267; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Mûctehid, II, 267; İbn Rüşd, Bidâyetû'l-Müctehid, II, 431; İbn Kudâme, el-Muğnî, 3. baskı, Kahire,1970, VIII,187, 205; Vehbe ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletüh, 2. baskı, Dimaşk 1405/1985, VI, 27 vd.; Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye ve İstilâhat-ı Fıkhıyye Kamusu, İstanbul 1968, III,197 vd).
Zina İslâm'da ve önceki bütün semâvî dinlerde haram ve çok çirkin bir fiil olarak kabul edilmiştir. O büyük günahlardandır. Irz ve neseplere yönelik bir suç olduğu için cezası da hadlerin en şiddetlisidir.
Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur:
"Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o, çok çirkin bir iş ve kötü bir yoldur" (el-İsrâ, 17/32). "Onlar Allah ile birlikte başka ilaha dua etmezler. Haksız yere, Allah'ın haram kıldığı kimseyi öldürmezler ve zina da etmezler. Kim bunları yaparsa cezaya çarpar. Ona kıyamet gününde kat kat azap verilir ve o azabın içinde alçaltılmış şekilde ebedî bırakılırlar" (el Furkân, 25/68).
Bekâr erkek veya bekâr kadının zina etmesinin cezası yüz değnek, evli ve iffetli erkek veya kadının zina cezası ise taşla öldürme (recm)dir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Zina eden kadın ve zina eden erkekten her birine yüz değnek vurun. Eğer Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız bunları Allah'ın dinini uygulama hususunda acıyacağınız tutmasın. Mü'minlerden bir topluluk da, onların cezasına şahid olsun" (en-Nûr, 34/2). Celde, ete geçmemek üzere, yalnız deriyi etkileyecek şekilde vurmak demektir. Vuruşta yalnız kürk ve palto gibi kalın elbiseler çıkartılır, diğerleri çıkarılmaz.
Evli, iffetli erkek veya kadına recm cezası ise, sünnetle sabittir. Çünkü Rasûlüllah (s.a.s) Mâiz'e ve Benî Gâmid'ten bir kadına recm cezasını uygulamıştır. Recm'in meşrûluğu konusunda sahabenin icmaı vardır.
Zina haddi Allah'a ait haklardandır. Bu, aileye, nesle ve toplum düzenine karşı işlenen bir suç olduğu için toplum haklarından sayılır.
Mezhep imamları çocuk ve akıl hastasına zina haddinin gerekmediği konusunda görüş birliği içindedir. Hadiste şöyle buyurulmuştur: "Üç kişiden kalem kaldırılmıştır. Çocuktan büyüyünceye kadar, uyuyandan uyanıncaya kadar, akıl hastasından iyileşinceye kadar" (Ebû Dâvud Hudûd, 17).
Zina Haddini Uygulamanın Şartları
Zina eden erkek veya kadına ceza uygulanabilmesi için bir takım şartların bulunması gerekir:
1- Zina edenin erginlik çağına ulaşması gerekir. Ergin olmayan çocuğa had uygulanmaz.
2- Akıllı olması gerekir. Akıl hastasına had uygulanmaz. Akıllı bir erkek, akıl hastası bir kadınla veya akıl hastası bir erkek akıllı bir kadınla zina etse, bu ikisinden akıllı olana had cezası uygulanır.
3- Çoğunluk fakihlere göre müslümana ve kâfire zina haddi uygulanır. Fakat Hanefilere göre muhsan olan kâfire recm uygulanmaz, değnek vurulur. Mâlikîlere göre kâfir bir erkek kâfir bir kadınla zina etse had uygulanmaz. Fakat zinasını açığa vurursa te'dib edilir. Müslüman bir kadını zinaya zorlarsa öldürülür. Şafii ve Hanbelîlere göre pasaportlu gayri müslim yabancılara ne zina ve ne de içki içme cezası verilmez. Çünkü bunlar Allah haklarından olup, müste'menler bu hakları üstlenmemiştir.
4- Zinanın istekle yapılmış olması. Çoğunluğa göre zinaya zorlanana had uygulanmaz. Hanbelîler aksi görüştedir.
5- Zinanın insanla yapılmış olması. Üç mezhebe ve Şâfiîlerde sağlam görüşe göre hayvanla temas edene had cezası gerekmez, ta'zir uygulanır. Hayvan öldürülmez ve çoğunluğa göre onun yenilmesinde de bir sakınca yoktur. Hanbelîlere göre ise, iki erkeğin şahitliği ile hayvan öldürülür, eti haram olur ve hayvanın tazmin edilmesi gerekir.
6- Zina edilen kadının ergin veya kendisine cinsel istek duyulan bir yaşta olması gerekir. Küçük kız çocuğu ile zina edilmesi halinde zina eden erkeğe de kıza da had cezası gerekmez. Ergin olmayan çocukla cinsel temasta bulunan kadına da had uygulanmaz.
7- Zinanın bir şüpheye dayalı olmaması gerekir. Bir kimse kendi eşi veya cariyesi sanarak yabancı bir kadınla cinsel temasta bulunsa çoğunluğa göre had gerekmez. Ebû Hanîfe ve Ebû Yusuf'a göre ise had gerekir. Çünkü burada failde şüphe vardır. Mezhepler arasında ihtilaflı olan fasıt nikâhtan sonraki cinsel temasa had gerekmediği konusunda da görüş birliği vardır. Velisiz veya şahitsiz evlenme halinde durum böyledir. Bu da akitte şüphe bulunduğu içindir. Evlilik ittifakla fasit olursa had uygulanır. iki kız kardeşi bir nikâhta toplamak, beşinci eşle evlenmek, nesep veya sût cihetinden haram olan bir hısımla evlenmek, iddet beklemekte olan kadınla veya üç talâkla boşadığı kadınla hulleden önce evlenmek bu niteliktedir. Ancak bütün bunların haramlığını bilmediğini iddia ederse, bunlarla olan cinsel temas haddi gerektirmez.
8- Zinanın dârul İslâm'da olması. İslâm Devlet başkanının dârul harp veya dârul baği (âsiller ülkesi) üzerinde velâyet yetkisi yoktur. Yani orada hadleri uygulamaya gücü yetmez.
9- Kadının diri olması. Çoğunluğa göre, ölü kadınla cinsel temasta bulunana had gerekmez. Mâlikîlerde meşhur olan görüş bunun aksinedir.
Zinanın Cezası
Zinanın cezası, zina eden erkek veya kadının bekar ya da evli olmasına göre değişiklik gösterir. Dayak, taşlâ öldürme, sürgün ve İslâm Devletinin koyacağı bir ta'zir cezası bunlar arasındadır.
DİNİMİZDE KOLONYA KULLANMANIN HÜKMÜ
DİNİMİZDE KOLONYA KULLANMANIN HÜKMÜ
Hafif koku ihtiva eden tuvalet ispirtosu.
Bayılmalarda, fenalaşmalarda, başağrılarında, mikrop kırıcı özelliği bakımından da temizlik için kullanılır. İçine karıştırılan kokuya göre "limon kolonyası", "Lavanta çiçeği kolonyası" gibi adlar alır.
Kolonyayı ilk defa kimin yaptığı kesin olarak bilinmemektedir. Eski vesikalara göre onu ilk defa 1690'da Almanya'nın Köln şehrinde yaşayan Jean Paul Feminis adlı bir seyyar satıcı yapmıştır. Bu şahıs kolonyayı yaptığı reçeteyi Giovanni Antonio Farina adlı birisine bırakmış, o da yeğeni Giovanni Maria Farina'ya vermişti. Giovanni Maria kolonya yapımı üzerinde çalışmış ve "hoş lavanta suyu" adıyla ilk kolonyayı yapmıştır. Bundan sonra kolonya yapımı işi Köln (Kolonya) şehrinde gelişti. XIX. yüzyıl başlarında kolonya yapımı Fransa'ya geçti ve "Eau de Cologna (Kolonya suyu)" adı ile üretildi. Bundan sonra bu hos kokulu sıvıyı dünya kolonya olarak tanıdı.
Bu gün yapılan ispirto ve kolonyalar da, maliyeti yükseltmemek için şarap (hamr) dışındaki alkol çeşitleri kullanılmaktadır. Kolonyanın asıl maddesi kamış, patates, bazı ağaçlar, mısır ve benzerleridir. Ayrıca limon, lavanta, çam vb. ferahlatıcı kokular da karıştırılır. Kolonya yapılırken önce etil alkolün derecesi alkolometre ile bulunduktan sonra istenilen dereceye düşürülünceye kadar damıtık suyla karıştırılır. İstenilen derecede alkol elde edildikten sonra 95,5 derece alkol içinde eritilmiş tesbit edici (fiksatif) esans ilâve edilir ve hazırlanan alkolle karıştırılır. 7-10 gün kadar ağzı iyice kapalı bir kapta bekletilir. Sonra da şişelenir.
Kolonyanın İslâmî hükmünü, içinde bulunan "alkol unsuru"na göre belirlemek gerekir.
Cenab-ı Hak içkiyi yasaklamıştır. Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulur: "Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları sadece şeytanın işinden birer pisliktirler. Bu pislikten kaçının ki, kurtuluşa eresiniz" (el-Maide, 5/90).
Bu âyette zikredilen "hamr" kelimesi, Ebû Hanîfe ile birçok sahabe ve tabiin bilginlerine göre "üzüm şarabı" anlamındadır. Dil bilginleri de, hamr'ın bu anlamı üzerinde görüş birliği iğindedir.
Kur'ânî anlamda "Her sarhoş edici içki hamr'dır" denilemez. Ebû Hanife ve ayni görüşe olanlara göre, bazı hadislerde "hamr" sözcüğünün kullanılması (bk. Buhârî, Edeb, 80, Ahkâm, 22, Meğazî, 60; Müslim, Eşribe, 73-75; Ebû Dâvud, Eşribe, 5,7) ve hamr'ım buğday, arpa, kuru üzüm veya baldan yapılmış olabileceğinin bildirilmesi (bk. Buhârı, Tefsîru Sûre, 5, Eşribe, 2,5; Müslim, Tefsir, 32,33; Ebu Davud, Eşribe, 1,4), üzüm şarabı dışındaki müskirât için mecaz yoluyla kullanılmıştır. Çünkü, üzümden yapılan şarabın (hamr) dışındaki diğer içkilere arapçada; müselles, bâzuk, musannaf gibi başka adlar verilmiştir (İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, İstanbul, 1984, VI, 448, 449).
Bu duruma göre, üzüm şarabının aynen haram ve necis olduğunda görüş birliği vardır. Kur'an'da ona, şeytanın işinden bir "rics (pislik)" denilmesi, bizzat kendisinin haram olmasından dolayıdır. Ayrıca hamrın haramlığı mütevatir sünnetle de sabittir ve bu konuda icma' da vardır. İçene had uygulanması için, sarhoşluk verecek kadarını içmek de şart değildir. Onun tek damlası dahi haramdır, içene had uygulanır.
Galîz necâset çeşidinde pis sayıldığından alım-satımının caiz olmadığında da şüphe yoktur.
Kolonyanın yapımında şarap cinsi alkol kullanıldığı takdirde, bu alkol karıştığı sıvıyı da pis hale getirir ve insanın beden veya elbisesinden avuç içinden daha büyük bir kısmına sürülmesi hâlinde temizlenmedikçe namaz kılmak caiz olmaz.
Ebû Hanîfe ve bazı sahabe ile tabiin bilginlerine göre üzümden başka maddelerden yapılan diğer sarhoşluk veren şeylerin haramlığı ise; sarhoş edici özelliği yüzündendir. Bunların içme dışında başka amaçlarla kullanılması ve alım-satımları caizdir.
İspirtonun yakıt olarak bazı alkol türevlerinin de sanayide temizleyici, parlatıcı; tıpta mikrop öldürücü olarak kullanılması gibi. Hatta Ebû Hanîfe üzüm şarabı dışındaki müskiratın, sarhoşluk vermeyecek miktarını, fasık ve ehl-i küfre benzeme kastı bulunmaksızın, sırf kuvvet kazanmak amacıyla az bir miktarının içilmesinin caiz olabileceğini söylemiştir. Buna göre, üzüm şarabından üretilmeyen ispirto, bira ve benzeri içkiler, içilemezse de, elbiseye veya bedene sürülmeleri hâlinde bu, namaza engel olmaz (el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', Beyrut, 1394/1974, V, 112,113 vd.; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, Bulak 1318, VIII, 153 vd.; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul, 1960, 11 761-763).
Hanefilerde tercih edilen görüşe ve Şafii, Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine göre, müskiratta azın hükmü çoğun hükmüne bağlıdır. Delil, Hz. Peygamber'in şu hadisidir: ", çoğu sarhoş edenin azı da haramdır" (Tirmizi, Eşribe, 3; Nesaî, Eşribe, 25; İbn Mâce, Eşribe, 10; Dârimî, Eşribe, 8; Ahmed b. Hanbel, II, 91, 167, 179, III, 343). İslâm'a göre, içme bakımından bütün sarhoşluk veren maddeler genel anlamda "hamr" kapsamına girer. Tıp ilminin sarhoş edici müskiratı aynı nitelikte görmesi ve alkol kelimesinin arapça "elkûhl" kelimesinden Avrupa'ya geçtiği dikkate alınırsa, hamr'ın genel ve özel anlamı birlikte kapsadığını söylemek mümkündür. Bu müskirâtın tıp alanında kullanılması ise, "zarûretler, haram olan şeyleri mübah kılar" prensibine dayanır (Elmalılı, a.g.e., II, 763).
Günümüz kimya sanayiinde, mayalanmış şekerli sıvıların damıtılmasıyla elde edilen sıvılara "alkol" denir. Halk arasında en çok bilinen alkol türü ispirtodur. İspirtonun kimyadaki adı "etanol" veya "etil alkol"dür. Alkol elde etmek için iki yol vardır. Mayalandırma yolu, sentetik yol.
Alkol mayalandırma yoluyla; üzüm, patates, mısır, arpa ve melâs gibi şekerli ya da nişastalı maddelerden; sentetik yolla da, karpit (kalsiyum karbit)'ten elde edilir. Sentetik yolla üretilen alkol, kg. başına 7.080.000 kalori ısı verir. Bu yüzden iyi bir ısıtma aracı olarak kullanılır. Bunun yanısıra iyi bir eritgendir de. Özellikle koku sanayiinde, esansları eritmekte kullanılır.
Sonuç olarak, günümüz kolonya sanayiinde, üzüm şarabı dışındaki, kamış, patates, bazı ağaçlar, mısır ve benzerleri ile sentetik yollarla elde edilen alkolün içilmesi caiz değildir. Ancak, Ebû Hanîfe ve ayni görüşte olan İslâm hukukçularına göre, elbiseye ve ya bedene sürülmesi mümkün ve caizdir. Yıkanmadan namaz kılınması hâlinde namaza zarar vermez. Kolonya kullanımının çok yaygın olması yüzünden, bu konuda umûmî belvâ vardır. (bk. "Belvâ-i âmme" maddesi) Kısa sürede buharlaşarak iz bırakmadığı dikkate alınarak Ebû Hanîfe'nin fetvasıyla amel etmek mümkündür. Çoğunluğun görüşüne uyanlar da "takvâ"yı tercih etmiş ve ihtiyata uymuş olurlar.
Hafif koku ihtiva eden tuvalet ispirtosu.
Bayılmalarda, fenalaşmalarda, başağrılarında, mikrop kırıcı özelliği bakımından da temizlik için kullanılır. İçine karıştırılan kokuya göre "limon kolonyası", "Lavanta çiçeği kolonyası" gibi adlar alır.
Kolonyayı ilk defa kimin yaptığı kesin olarak bilinmemektedir. Eski vesikalara göre onu ilk defa 1690'da Almanya'nın Köln şehrinde yaşayan Jean Paul Feminis adlı bir seyyar satıcı yapmıştır. Bu şahıs kolonyayı yaptığı reçeteyi Giovanni Antonio Farina adlı birisine bırakmış, o da yeğeni Giovanni Maria Farina'ya vermişti. Giovanni Maria kolonya yapımı üzerinde çalışmış ve "hoş lavanta suyu" adıyla ilk kolonyayı yapmıştır. Bundan sonra kolonya yapımı işi Köln (Kolonya) şehrinde gelişti. XIX. yüzyıl başlarında kolonya yapımı Fransa'ya geçti ve "Eau de Cologna (Kolonya suyu)" adı ile üretildi. Bundan sonra bu hos kokulu sıvıyı dünya kolonya olarak tanıdı.
Bu gün yapılan ispirto ve kolonyalar da, maliyeti yükseltmemek için şarap (hamr) dışındaki alkol çeşitleri kullanılmaktadır. Kolonyanın asıl maddesi kamış, patates, bazı ağaçlar, mısır ve benzerleridir. Ayrıca limon, lavanta, çam vb. ferahlatıcı kokular da karıştırılır. Kolonya yapılırken önce etil alkolün derecesi alkolometre ile bulunduktan sonra istenilen dereceye düşürülünceye kadar damıtık suyla karıştırılır. İstenilen derecede alkol elde edildikten sonra 95,5 derece alkol içinde eritilmiş tesbit edici (fiksatif) esans ilâve edilir ve hazırlanan alkolle karıştırılır. 7-10 gün kadar ağzı iyice kapalı bir kapta bekletilir. Sonra da şişelenir.
Kolonyanın İslâmî hükmünü, içinde bulunan "alkol unsuru"na göre belirlemek gerekir.
Cenab-ı Hak içkiyi yasaklamıştır. Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulur: "Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları sadece şeytanın işinden birer pisliktirler. Bu pislikten kaçının ki, kurtuluşa eresiniz" (el-Maide, 5/90).
Bu âyette zikredilen "hamr" kelimesi, Ebû Hanîfe ile birçok sahabe ve tabiin bilginlerine göre "üzüm şarabı" anlamındadır. Dil bilginleri de, hamr'ın bu anlamı üzerinde görüş birliği iğindedir.
Kur'ânî anlamda "Her sarhoş edici içki hamr'dır" denilemez. Ebû Hanife ve ayni görüşe olanlara göre, bazı hadislerde "hamr" sözcüğünün kullanılması (bk. Buhârî, Edeb, 80, Ahkâm, 22, Meğazî, 60; Müslim, Eşribe, 73-75; Ebû Dâvud, Eşribe, 5,7) ve hamr'ım buğday, arpa, kuru üzüm veya baldan yapılmış olabileceğinin bildirilmesi (bk. Buhârı, Tefsîru Sûre, 5, Eşribe, 2,5; Müslim, Tefsir, 32,33; Ebu Davud, Eşribe, 1,4), üzüm şarabı dışındaki müskirât için mecaz yoluyla kullanılmıştır. Çünkü, üzümden yapılan şarabın (hamr) dışındaki diğer içkilere arapçada; müselles, bâzuk, musannaf gibi başka adlar verilmiştir (İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, İstanbul, 1984, VI, 448, 449).
Bu duruma göre, üzüm şarabının aynen haram ve necis olduğunda görüş birliği vardır. Kur'an'da ona, şeytanın işinden bir "rics (pislik)" denilmesi, bizzat kendisinin haram olmasından dolayıdır. Ayrıca hamrın haramlığı mütevatir sünnetle de sabittir ve bu konuda icma' da vardır. İçene had uygulanması için, sarhoşluk verecek kadarını içmek de şart değildir. Onun tek damlası dahi haramdır, içene had uygulanır.
Galîz necâset çeşidinde pis sayıldığından alım-satımının caiz olmadığında da şüphe yoktur.
Kolonyanın yapımında şarap cinsi alkol kullanıldığı takdirde, bu alkol karıştığı sıvıyı da pis hale getirir ve insanın beden veya elbisesinden avuç içinden daha büyük bir kısmına sürülmesi hâlinde temizlenmedikçe namaz kılmak caiz olmaz.
Ebû Hanîfe ve bazı sahabe ile tabiin bilginlerine göre üzümden başka maddelerden yapılan diğer sarhoşluk veren şeylerin haramlığı ise; sarhoş edici özelliği yüzündendir. Bunların içme dışında başka amaçlarla kullanılması ve alım-satımları caizdir.
İspirtonun yakıt olarak bazı alkol türevlerinin de sanayide temizleyici, parlatıcı; tıpta mikrop öldürücü olarak kullanılması gibi. Hatta Ebû Hanîfe üzüm şarabı dışındaki müskiratın, sarhoşluk vermeyecek miktarını, fasık ve ehl-i küfre benzeme kastı bulunmaksızın, sırf kuvvet kazanmak amacıyla az bir miktarının içilmesinin caiz olabileceğini söylemiştir. Buna göre, üzüm şarabından üretilmeyen ispirto, bira ve benzeri içkiler, içilemezse de, elbiseye veya bedene sürülmeleri hâlinde bu, namaza engel olmaz (el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', Beyrut, 1394/1974, V, 112,113 vd.; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, Bulak 1318, VIII, 153 vd.; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul, 1960, 11 761-763).
Hanefilerde tercih edilen görüşe ve Şafii, Mâlikî ve Hanbelî mezheplerine göre, müskiratta azın hükmü çoğun hükmüne bağlıdır. Delil, Hz. Peygamber'in şu hadisidir: ", çoğu sarhoş edenin azı da haramdır" (Tirmizi, Eşribe, 3; Nesaî, Eşribe, 25; İbn Mâce, Eşribe, 10; Dârimî, Eşribe, 8; Ahmed b. Hanbel, II, 91, 167, 179, III, 343). İslâm'a göre, içme bakımından bütün sarhoşluk veren maddeler genel anlamda "hamr" kapsamına girer. Tıp ilminin sarhoş edici müskiratı aynı nitelikte görmesi ve alkol kelimesinin arapça "elkûhl" kelimesinden Avrupa'ya geçtiği dikkate alınırsa, hamr'ın genel ve özel anlamı birlikte kapsadığını söylemek mümkündür. Bu müskirâtın tıp alanında kullanılması ise, "zarûretler, haram olan şeyleri mübah kılar" prensibine dayanır (Elmalılı, a.g.e., II, 763).
Günümüz kimya sanayiinde, mayalanmış şekerli sıvıların damıtılmasıyla elde edilen sıvılara "alkol" denir. Halk arasında en çok bilinen alkol türü ispirtodur. İspirtonun kimyadaki adı "etanol" veya "etil alkol"dür. Alkol elde etmek için iki yol vardır. Mayalandırma yolu, sentetik yol.
Alkol mayalandırma yoluyla; üzüm, patates, mısır, arpa ve melâs gibi şekerli ya da nişastalı maddelerden; sentetik yolla da, karpit (kalsiyum karbit)'ten elde edilir. Sentetik yolla üretilen alkol, kg. başına 7.080.000 kalori ısı verir. Bu yüzden iyi bir ısıtma aracı olarak kullanılır. Bunun yanısıra iyi bir eritgendir de. Özellikle koku sanayiinde, esansları eritmekte kullanılır.
Sonuç olarak, günümüz kolonya sanayiinde, üzüm şarabı dışındaki, kamış, patates, bazı ağaçlar, mısır ve benzerleri ile sentetik yollarla elde edilen alkolün içilmesi caiz değildir. Ancak, Ebû Hanîfe ve ayni görüşte olan İslâm hukukçularına göre, elbiseye ve ya bedene sürülmesi mümkün ve caizdir. Yıkanmadan namaz kılınması hâlinde namaza zarar vermez. Kolonya kullanımının çok yaygın olması yüzünden, bu konuda umûmî belvâ vardır. (bk. "Belvâ-i âmme" maddesi) Kısa sürede buharlaşarak iz bırakmadığı dikkate alınarak Ebû Hanîfe'nin fetvasıyla amel etmek mümkündür. Çoğunluğun görüşüne uyanlar da "takvâ"yı tercih etmiş ve ihtiyata uymuş olurlar.
Hüküm Yalnız Allah’ındır
Allah-u Teâlâ Kelâm-ı kadim’inde:
“Yaratmak da emretmek de Allah’a mahsustur.” buyuruyor. (A’raf: 54)
Hazret-i Allah’ın hükmü esastır, mahlukun hükmü yoktur. Emir ve yasak koyma hakkı yalnız O’na âittir. Mülk O’nundur, O’ndan başka hiç kimsenin hiçbir şeye müdahale etmesine hakkı ve salâhiyeti yoktur. Yalnız emir, yasak, tedbir, irade, tam tasarruf O’na âittir. Hükmünü hiç kimse değiştiremez.
Zira:
“Hüküm yücelerin yücesi Allah’ındır.” (Mümin: 12)
Çünkü O mülkünde yücedir, dilediğini yapar, dilediği hükmü verir. O’nun verdiği hükümler belirli bir asır ve zaman ile sınırlı değildir, kıyamete kadar geçerlidir.
“Rabbinin sözü doğruluk bakımından da adalet bakımından da tamamlanmıştır, tam kemalindedir. O’nun sözlerini değiştire-bilecek hiç kimse yoktur.” (En’am: 115)
Tatbikini emir buyurduğu bütün hükümler kemâle ermiş, tamamlanmıştır. Hiç birisinde noksanlık ve eksiklik tasavvur edilemez, hükmünde yanılması düşünülemez. O’nun haber verdiği her şey gerçeğin ta kendisidir. O’nun emrettiği her şey adaletlidir, O’nun dışında hiçbir şey adaletli değildir. O’nun yasakladığı her şey bâtıldır. Hiç kimse O’ndan daha doğru söz söyleyemez, hiç kimse O’ndan daha adil hüküm koyamaz. Hükmünde hikmet sahibidir, her şeyi hikmetle yapar.
O’nun sözlerini değiştirebilecek, temyiz edecek, tashih yapacak hiçbir kimse olamaz.
Söz O’nun sözü, hüküm O’nun hükmü, kitap O’nun kitabıdır.
Binaenaleyh bütün insanlar ve cinler birleşerek bir araya gelseler, kasten bir Âyet-i kerime’yi inkâr etseler hepsi kâfir olurlar. Çünkü mahlukun hükmü yoktur, O’nun hükmü esastır.
O’nun hükmünü kim bozabilir? O’nun hükmünden kim kurtulabilir?
“Hüküm veren Allah’tır, O’nun hükmünü bozacak kimse yoktur.” (Ra’d: 41)
O’nun verdiği hükmü değiştirecek, engelleyip ortadan kaldıracak hiçbir kuvvet, hiçbir devlet, hiçbir makam ve merci yoktur.
Din kuran ve dinini ayakta tutmak isteyenlere gelince:
Onlar bu Âyet-i kerime’yi inkâr ettiler. Hazret-i Allah’ın hükmüne karşı geldiler, Âyet-i kerime’lerin hükmünü ortadan kaldırmaya çalıştılar. Fâize helâl diyenler, küfrü hoş görenler, ilâhlığını ilân edenler, tesettürü inkâr edenler, sahte halifeliğini ilân edenler ve daha nice sahte ve türemeler Allah-u Teâlâ’nın hükümlerini ortadan kaldırdılar.
Emr-i ilâhi’yi kenara itip bırakan, kendi arzu ve reyini ortaya koyan, kendi nefsini ilâh olarak ilân etti demektir. Bu gibi kimselerin sözü doğrudur diyenler de onu ilâh edinmiştir.
Âyet-i kerime’de şöyle buyuruluyor:
“Resulüm! Gördün mü o nefis arzusunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)” (Furkan: 43)
Nefis putuna dayanmış olduğundan, bunlara uyan ve tâbi olan kimse bunları ilâh olarak kabul etmiştir.
Bu Âyet-i kerime, her yoldan sapana ve sapıtıcıya hitap eder. Yaptığı icraat ahkâm-ı ilâhi’ye ters düşüyorsa bu Âyet-i kerime’ye bakarak hükmedin ki onlar nefsini ilâh edinmiş, şirke düşmüşlerdir.
Öyle ki; Allah-u Teâlâ nefsinin hevâ ve hevesini ilâh edinenin kulağını ve kalbini mühürler, gözünün üstüne perde çeker.
“Nefsinin hevâ ve hevesini kendine ilâh edinen, Allah’ın da dalâleti hak ettiğini bilerek saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği ve gözüne perde çektiği kimseyi gördün mü? Onu Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ ibret almayacak mısınız?” (Câsiye: 23)
Ve fakat bütün bölücülere bakın, imamlarına nasıl sarılmışlar. Sanki bu ilâhi hükümler kendilerine hitap etmiyormuş gibi kulak vermek bile istemezler.
Allah-u Teâlâ’ya karşı gelenlere gelince:
“İnsan bizim kendisini kerih bir nutfeden yarattığımızı görmez mi ki, şimdi o apaçık bir hasım kesilmektedir.” (Yâsin: 77)
Bu ilâhi bir emirdir ve hükümdür. İnsan; Hazret-i Allah’ın kendisini kerih bir nutfeden yarattığını görmedi, şeytana uydu ve apaçık hasım kesildi.
Buna rağmen insanoğlu; bir damla kerih sudan yaratıldığı halde Yaratan’a hasım kesiliyor, ihsan ve ikram sahibi olan
Allah-u Teâlâ’ya isyan ediyor.
Günümüzde ortalığı ifsat ateşine veren kimseler, Hazret-i Allah’ın Din-i mübin’i olan İslâm’ı; menfaatlerine, gaye ve maksatlarına âlet ederek, İslâm’ın ulvî hükümlerini kendi çıkarları doğrultusunda bozmaya, değiştirmeye, yozlaştırmaya çalışarak Hazret-i Allah’a hasım kesilmektedirler.
Bu ise akl-ı selim sahibi olanların kabul etmeyeceği, hafsalanın almayacağı bir durumdur. Halbuki yaratıldığı aslî maddesini düşünseydi nankörlük etmez, hasım kesilmezdi.
Hiç şüphesiz ki iman nûruyla münevver, İslâm şerefiyle müşerref olmayan kişiler yaratılış icaplarını yerine getirmezler, Yaratan’a hasım kesildikleri gibi; dinini alaya alırlar, içten yıkmaya çalışırlar.
Allah-u Teâlâ en belirgin noktaları hatırlatarak başlangıcını ve sonunu düşündürmek üzere Âyet-i kerime’lerinde şöyle buyuruyor:
“Kahrolası insan! Ne kadar da nankör! Onu yaratan hangi şeyden yarattı? Onu nutfeden yaratıp merhalelerden geçirerek şekil verdi. Sonra ona tutacağı yolu kolaylaştırdı. Sonra onu öldürür ve kabre koyar. Daha sonra dilediği zaman onu tekrar diriltir.” (Abese: 17-22)
Onu mahşere sevkeder, muhasebesini görür, ameline göre cezasını verir.
Bunca ihsan ve ikram sahibi olan Hazret-i Allah’a isyan eden münafıklar, bu ilâhî cezaya müstehak olmuşlardır.
Şeytan onları şaşırtmış, çıkmaza sokmuş. Onlar da ona kanmışlar, bu büyük hakikatı, Allah-u Teâlâ’nın yaratıcı gücünü göremez olmuşlar. İlk yaratılış apaçık önlerinde iken görmemezlikten gelmişler.
O bize ihsan ve ikram ederken hiçbir karşılık da talep etmedi. Sadece kendisini tanımamızı ve kulluk yapmamızı istedi.
Hazret-i Allah’a isyan eden münafıklara ise Âyet-i kerime’lerde şöyle buyuruluyor:
“Çünkü insan çok zâlim ve câhildir.” (Ahzab: 72)
İddiâ ettiği gibi âlim değil, aksine çok câhildir. Çünkü her sözünde ve her icraatında cehaletini sergilemektedir.
“Gerçekten insan Rabbine karşı çok nankördür ve kendisi de buna şahittir.” (Âdiyat: 6-7)
O kadar ilâhî nimetlere nâil olduğu halde
hiç birisinin şükrünü yerine getirmez. Mazhar olduğu bolca iyilikleri hiç hesaba katmaz. Rabbini unutur da, kulluk vazifelerini yapmaz. Maruz kaldığı musibetleri ve zorlukları dile getirerek itiraz eder durur.
Rabbine karşı çok nankör olduğuna insanın kendisi de şahittir. Bu durumu kendi vicdanı da kabul eder ve dile getirir.
Diğer bir Âyet-i kerime’de:
“Kahrolası insan! Ne kadar da nankör!” buyuruluyor. (Abese: 17)
Başka bir delile ihtiyaç yoktur. Çünkü yaptıkları ayan-beyan ortadadır.
Bu Âyet-i kerime’lere iman ve İslâm ile nazar ederseniz bunlar mümin midir? Kâfir midir? Kararını kendin ver. İmanın varsa bunlardan nefret et ve imanını kurtar.
“Allah’ım nurun ile bu fitne ateşini söndür.
İmansız imamları kahret ve öldür.”
İÇLİ BİR DUA...
İÇLİ BİR DUA...
sağlam ve bütün olan milletimizi "mozaik" adıyla paramparça ettiler onu da benimsedik. Sonra, birileri çıktı; Anadolu'da eskiden başka milletler var dediler inandık. Düşününce de, o milletlerle biz gelip karıştık ve melez nesillerle günümüze geldik sanıp, neslimizin bozulduğunu zannederek Türk'lüğümüzden şüphe eder olduk. Kanser gibi Türk'lüğümüzü içinden kemirdi yine uzun zaman bu yalanlar. Biz, Malazgirt'ten geçerken Anadolu'nun bütün nüfusu 2 milyon yoktu. Sadece Malazgirt Ovası'nda Kayı Çadırlar en az 500 bin idi. Her çadırda 4 kişilik aile olsa sadece kayılar 2 milyon olarak gelmişti. Daha diğer serhatlerde yüzbinlerce çadırıyla Kıpçaklar, Horasan Türkmenleri, Peçenekler, Kumanlar, Karaman'lar, Ak Koyunlular (Ak Hunlar), Kara Koyunlular (Kara Hunlar), Avşarlar ve diğerleri vardı. Anadolu'daki 2 milyonun ise 1,5 milyonu 10 yıl içinde Mora Yarımadası ve Ege Adaları'na geçmişti. O asırda, İngiltere adasında nüfus 1 milyon bile değildi ve İngilizce bilinmiyordu. 622 Yıl Osmanlı Araplar'ı askere bile almadı. Bütün savaşlar Türk ile yapıldı. Bu asırlar içinde toplamı 60 milyonu bulan Türk erkeği savaşlarda şehid oldu. Bunun dünya tarihinde eşi yoktur.
Batılılar SUMER adını yanlış okudular ve biz o yanlışı öğrendik. SUMER kelimesinin aslı çivi yazılı tabletlerde iki kelimedir. SUM ve YİR kelimelerini birleşik olarak SUMER okumuşlardı. Oysa bu iki kelime Türkçe idi. Mezopotamya'da oturan milletin adı da değildi SUM YİR. Bu SUM YİR vatan edilen bu topraklara verilen isimdi. Anlamı SULU YER yani SULU VATAN demekti. Arapça olan VATAN kelimesinin Türkçe karşılığı YER idi. SUM ve YİR kelimeleri bugün bile İÇ ASYA Türk'lerinde aynıdır.
Eski Yunanca'da ARMANİ yüksek yer, yayla demekti. Frigyalılar, Yunan yani İyon ve Isparta'lıların baskısıyla doğu Anadolu platolarına kaçıp yerleşince onların yani Frigler'in yaşadıkları yerlere ARMANİA dediler. Zamanla bu o halkın adı oldu ve günümüzde ERMENİ dedik. SUM-YİR de Mzopotamya'da oturan halkın adı sanıldı ve bu gün öyle öğrendik. SUM-YİR'liler Türk boylarıydı ve Türk adını henüz kullanmıyorlardı. Çünkü TÜRK adı millet adı değildir. Türkler'in kültürünün adı TÜRK, milletinin adı TUR idi. TURAN deyince de TUR'ların vatanı demiş oluyorduk. Bugünkü Beyaz Rusya, Ukrayna, Moldavya topraklarında MÖ. 1000 yıllarında GOT'larla yani Cermenler/Almanlar'la ortak bir devlet kurmuş yönetmiştik. Devletin adı da bu yüzden TUR-GOT devleti olmuştu. Anadolu'da kullandığımız Turgut adı budur. Bu devlet bir de şehir kurmuştu, halkı Türk yani Tur olan. Adını toprak ev anlamına gelen Kİ-EV yani tuprağın türevinden olan kilden yaptığımız ev koymuştuk.
Artık bilinen bir gerçektir, ki Sumer (Sum-Yir) dili TÜRK DİLİ ailesindendir. Tarihi değiştirecek yeni tesbit edilen gerçekleri Türk araştırmacıları ve bilimadamları ortaya koyunca, batının cahilliğinin medeniyet motoruyla nasıl kamufle edildiği ortaya çıkmış olacaktır. Teknoloji medeniyeti perdesi bunu daha fazla gizleyemiyecektir.
Onlarda da bizde de "day" kelimesi ortaktı. Günümüzde, destek, dayanak anlamında olan day'a "ana" kelimesini ekleyip edilgen yapınca dayanak yapmış olduk. Day, aynı zamanda annemize verdiğimiz bir başka isimdi, bu anlamları ile. Yine günümüzde, Maraş, Antep, Adana, Hakkari, Kerkük gibi yörelerde ana kelimesi yerine "day" kullanılır. Annenin erkek kardeşine bu kök ile "dayı" diyoruz. Bebeklere yürüme öğretirken de bu kök kelimemizle "day dur" veya "tay dur" diyoruz.
İslam Dini, Arapça vahyedilen Kur'an sebebiyle, ayet ve hadis terminolojisi Arapça dil öğelerini kullanmıştır. Yine Arapça dil yapısı içinden kelimeler Allah adını, Allah'ın sıfatları olan ve aslında çok daha fazla olduğu halde 99 adetle sınırladığımız esma-ül hüsna yani güzel isimler dediğimiz kelimeleri oluşturmuştur. Peygamberimizden önce de Allah ismi
kullanılırdı. Kur'an, Allah adını yanlış kullanımdan çıkartıp asli yerine koymuştur. Ancak insanlar Allah adı dışında sıfat isimleri, insanlara isim olarak koymuş ve kullanmıştır. Rab'dan Rabia, Rabiye gibi, Halim'den Halim ve Halime gibi isimler Al
lah'ın sıfatlarıdır ve isim olarak kullanılmasının hiçbir mahzuru da yoktur.
Türkler de, bir dine her zaman sahip olmuştur. Hatta, ihtimal ki, peygamberleri de olmuştur. Peygamber kelimesinin karşılığı olan "Yalvaç" kelimesi bize bunu düşündürmektedir. Ancak, peygamberleri olmadı dense bile, peygamberle yakın ilişkiler olmuştur. Sözgelişi İbrahim aleyhisselamın bir hanımı Türk idi. Bu Türk annemiz önemlidir. Çünkü, eski Türk, Arap ve Yahudi kaynaklarında "Kantura" adındaki bu annemizin Oğuz Han'ın kızı olduğu rivayet edilmiştir. Bize, hep, İbrahim aleyhisselamın Hacer ve Sara isimli iki hanımı anlatıldığı için iki hanımı olduğunu sanmıştık. Üçüncü Türk annemizi Türk'lük sahiplenir, Türklük tahrik olur diye gizlemeyi tercih etmişlerdi.
Arap kültür öğelerinin, İslam'ın ömür içinde şekillenmesinde araç olduğu da gerçektir ve bunun da dine zararı yoktur, dine ters değildir. Yeter ki, aynı misyonun Türk kültür öğelerince karşılanabieceğini inkar etmeyelim.Bu Arap kültür öğelerinden biri, nesebin yani soyun anne adıyla tanımlanmasıdır. Sözgelişi, ölen birisini cemate tarif eden imam "ey cemaat, Fatma oğlu İsmail'i nasıl bilirsiniz" der veya cenaze namazında, biliniyor ise " Fatma oğlu İsmail'in cenaze namazını kılmaya niyet ettim" denilir. Bir kabile veya toplulukta da değerli bir anne var ise "ey filanca oğulları" denilirdi.
Resulullah da bu kültür içinde yaşayan ve kendini bu kültür öğeleri ile ifade eden bir insandı. Bu onu küçültmez zaten. Kendisi de "ben Arabım" diyordu. Bu kültür öğelerinden yararlanan sahih yani doğru kabul edilen bir hadisinde " ümmetimin mülkünü ilk önce Kantura nesli zabtedecektir" dediği gibi bir başka hadisinde "ümmetimin mülkünü en son Kantura nesli zabtedecek ve kurtuluşa götürecektir" demektedir. Bu kültür öğe tarzına göre Kantura nesli Türkler olmaktadır.
Eski Türk din terminolojisi de benzeri kuralları, öğeleri çok sayıda kullanmıştır. Türk din tarihi bize inanılan dinin adının bile Türklük Dini olduğunu göstermiştir. Türk kelimesinin bir anlamı, belki de kök anlamı diyebiliriz buna TÖRE'dir. Yani, kuralları belirlemiş toplumsal hayat biçimi demektir. Toplumların, kurumsallaşmış, kuralları belirleyen hayat biçiminin diğer adı din idi. Bu din yapısında da bir mutlak varlığa yani yaratıcıya inmak doğal olarak vardı. Yaratıcı'ya he zaman Tanrı denmedi. Çalap dendiği gibi başka isimler de verilirdi ama bu isimler hep bir vasıf tarif eden yani sıfat olan isimlerdi. Tanrı, aslı Tan-yeri olan Tengri kurgusuyla ışık veren, azık-rızık veren, öğretici olan, engin ve hayal edilemiyecek kadar büyük olan gibi, söylendiği söz içeriğinde anlamını kaznan bir sıfat isimdi. Anadolu Türkçesi'nde Tanrı dedik biz.
Tarih kitaplarını okurken, eski medeniyetlerin yer, gök, dağ, deniz, şimşek, aşk, savaş gibi unsurların ilahını Türkçe bir kelime ile kullanırken Yer Tanrısı, Savaş Tanrısı diye tarif etmeye çalıştık. Yunanlı veya Romalı ya da Mısırlı ilahlarını Tanrı adıyla biz kendi dilimizde Tanrı diye isimlendirdik. O medeniyetler kendi dilleri ile başka ismlerle isimlendirirlerdi. Ancak, düşünce kısırlığına itilen insanlarımız sanki bir Yunanlı, Yunanca dua ederken Tanrı Zeus diyormuş gibi düşündüğümüz için, Tanrı türk'ü korusun derken Zeus gibi bir tanrı diyormuşuz gibi olduk zannedip, Allah inancını zedelediğimizi de düşündük ve endişelere kapıldık. Hatta, mürekkep yalamış çok kimse, Yunanlılar Şarap Tanrısı diyorlardı biz niye Tanrı diyelim, onlara benzeriz bile dediler. Oysa Yunanlılar Tanrı kelimesini hiç bilmezlerdi. Çünkü Tanrı kelimesi Türkçeydi.
Türkler, Allah ismini bilmezlerken, tek olan, eşsiz olan, ezeli ve ebedi olan bir yaratıcıya inanıyorlardı. Allah adını bilmedikleri için de Allah diyemezlerdi ve onun yerine Ana, Ano, Anu gibi şivelere göre Ana demiş olurlardı. Sum-Yir'liler de Anu derlerdi. İlk yazıyı kullandıkları için Ana kelimesini çivi yazısı ile değil "hilal" şekliyle göstererek özel bir yer ve tanım yaptıklarını anlatmaya çalışırlardı. Onun, yaratıcı olduğunu, rızık verici olduğunu belirtmek istediklerinde de hilalin içinde veya önünde beş tane nokta koyarlardı. Bu noktalar, dolu taneleri idi. Bir yağış şekli olan dolu taneleri, süt beyazıydı ve gökten yıldızları yağdırdığı düşünülürdü. Dolu ve süt aynı renkte olduğu için aynı isimle anılır "tolu" derlerdi. Süt kelimesi beş köşeli yıldızla beş noktanın birleşmesi yapılır ve yıldıza da "tolu" denir, yıldız şekliyle de gösterilirdi.Hilal ve yıldız bir arada olunca, Anu bize süt veriyor denmiş olurdu. "Yıldız" kelimesi, YALTUZ, ULTIZ, YALDIZ şeklinde de söylenir ama anlamı TOLU'nun parlaklığı demekti.
İnsanlar olarak, en yüce varlığımız, bizi sütüyle şefkatiyle besleyen kadın çok kutsaldı. Arap, nasıl Rabia diyorsa, Rahime diyorsa Türk de kendisini dünyaya getirip, besleyen, koruyan, büyüten kadının vasıflarına bakıp sıfat olarak yaratıcının adını uygun gördü. Etrüskler ve Sum-Yirler (Sumerler) aynı milletin kolları olarak aynı anlayış ve inanç fenomenlerinin sahibi olarak aynı bayrağı kullandılar. Sumer yazılarında bayrak kelimesi de hilal ve içinde beş noktayla gösterilirdi.Anadolu'ya geldiklerinde bu verimli ve iklimi güzel ülkeyi kazandılar. Kazanılan bu ülke onlar için ana sütü gibi helal idi. Bayraklarına en kutsal inançlarını, kelimelerini çizdiler. Bu yer için kan dökmek bedeldi. Kanlarının rengini bayrak yaptılar. Bayrakta ne yazılı deninçe "ANA-TOLU" dediler. O bayrak gibi, üzerindeki işaretlerin anlattığı gibi kucağını açan, besleyen vatanlarına da ANA-TOLU dediler. Etrüskler çok sonra İtalya Yarımadasına gidince geride ANATOLU kelimesini bıraktılar. Çok daha sonraları buralara eşkiya sürüleri olarak GREK'ler (kelime anlamı hırsız demektir) gelince Kuzey Anadolu'da SAKALAR, Güney Anadolu'da TUR'lar vardı. Onlardan bu ülkenin adını öğrendiler ve ANATOLİA dediler. Bizde, her eski şeye Yunan kuyruğu ekleme huyunda olan birileri de bu ismi Yunanca zannetmekten öte, Yunanca diye dünyaya ilan ettiler. Tarihimizin ilk mozaikçileri onlardı. Millet onlar için yoktu, mozaik vardı.
Karadeniz bölgesinde PONTUS'lar, MÖ.365'e kadar tam bağımsızdılar ve adlarının önünde RUM yoktu. Bayrakları bile AY-YILDIZ'dı. Sonraları Yunan ve Roma prensleri yönetime gelince adlarının önüne RUM konuldu. O Pontuslar halk olarak Laz'dı. Laz ise (uşaklar yani çocular) demekti. Aradan asırlar geçti ve İslam'ı benimsemiş Türkler geldiler. Asırlardır burada olan Türklerle kaynaştılar hızla. Yeniden bayrak yaptılar AY-YILDIZ'ı. Aya hilal diyorlardı. Hilal, Allah kelimesi ile aynı hecelerden oluşuyordu. Kufi yazıyla Muhammed adı da Yıldız şekli yapıyordu. Bu defa ilk anlamıyle pek de ters düşmeyen LAİLAHEİLLALLAH-MUHAMEDÜNRESULULLAH yani kelime-i tevhid anlamı verdiler.
Artık, ister Anadolu densin, ister Anasütü densin aynıydı ve o bayraktı. İslamın temelini de karşılattıkları bir yeni anlam da katılmıştı. Allah, Ana ve Vatan ile en güzel rehber olan Resulullah aynı bayrağa işenmişti.
Artık ister Allah ve Resulünün, ister vatanın, ister Anamız yani namusumuz için ölmüşüz, hepsi aynıydı. Hepsi için Cennet vaadedilmişti.
İslam'ın ilk şehidi, cennetle müjdelenen Ammar bin Yasir'in annesi PAMUK idi. Pamuk, Özbek Türkü'ydü. İranlı mecusilere esir düşmüş, müşrik Araplar'a köle olarak satılmış, adı Sümeyye olarak değiştirilmişti. İslamın ilk şehidi olmak bu Türk kadınına nasip olunca, Kantura yolunda, İslam tarihinde TÜRK olmanın ne olduğunu görmüştük.
Şanı yüce Allah, ilk şehidliği bir Türk kadınına vermekle, inanmayanların ne alçaklar olduğunu göstermişti. Bu şuur içinde de Allah yolunda bu millet daha 60 milyon şehid verecekti.
İftira Etmenin Hükmü
İftira Etmenin Hükmü
Iftira son derece kötü ve tahribedici bir hadisedir. Hem iftirayı yapan ve hem de kendisine iftira edilen kimse için oldukça rahatsız edici bir tutumdur. Iftira sonucunda insanlar arasındaki sevgi ve dostluk bağları zayıflar; dayanışma gücü ortadan kalkar. insanlar birbirine güven duymaz olurlar. Bu güvensizlik, bir toplumun sosyal hayatını tamamen felce uğratan yıkıcı bir etki yapar. Iftira, toplumdaki güzellikleri yakıp bitiren bir ateş gibidir.
Iftira, toplumda adaletin tam olarak etkisini kaybettiği zamanlarda yaygınlaşabilen bir sosyal ve ahlâkı hastalıktır. Çünkü adaletsizlik ve takipsizlik, kötü fiillerin yaygınlaşmasına ve artmasına yol açan bir başıboşluğa sebep olmaktadır.
Islâm'da iftira konusu, üzerinde oldukça fazla durulan bir konu olmaktadır. Çok sayıda ayet-i kerime, iftira'nın özelliğinden ve onun Allah'ın nezdinde sevilmeyen ve hatta yerilen bir davranış olduğundan bahsetmektedir.
Iftiranın en ağırı namus üzerine atılan iftiradır. Bunu, Hz. Âîşe ile ilgili olarak "Ifk"* olayında görmekteyiz Olay özet olarak şöyle cereyan etmiştir: Hz. Peygamber ashab-ı kirâmla sefere çıkarken, kura ile belirlenen bir eşini de beraberinde götürürdü. Bu usulle, Mustalıkoğulları Gazâsına da Hz. Âîşe katılmıştı. Konaklama yerinde, devenin üzerindeki gölgelikten (mahfel) tuvalet ihtiyacı için çıkan Âîşe (r.anhâ), dönüşünde gerdanlığını düşürdüğünü
farketmiş, aramak için yeniden çıkmıştır. Bu sırada ordu yola çıkmış, Hz. Âîşe, devenin üzerindeki gölgeliğin içinde zannedilmiştir. Dönüşte unutulduğunu anlayan Hz. Âîşe, orada beklemiş, ordunun arka gözcüsü Safvân b. Muattal O'nu devesine bindirerek yolda orduya yetiştirmişti.
Münâfıkların reisi Abdullah b. Ubey ve arkadaşları bunu fırsat bilerek Hz. Âîşe'ye zina iftirasında (ifk) bulundular. Bir aydan fazla bir süreyle bu dedikodu Medîne'de dolaştı. Hz. Peygamber ve Âîşe validemizin yakınları bu olaya çok üzüldü.
Daha sonra Hz. Âîşe Nûr sûresindeki şu ayetlerle temize çıkardı:
"O uydurma haberi getirip iftira (ifk) atanlar, içinizden bir topluluktur. Onu kendiniz için bir ser sanmayın, bilakis o, sizin için hayırdır. Iftirada bulunanlardan her birinin kazandığı günaha göre cezası vardır. Onlardan günahın en büyüğünü yüklenene de büyük bir azap vardır."
"Iftirayı işittiğiniz zaman, mümin erkeklerin ve mümin kadınların, kendiliklerinden hüsn-ü zanda bulunup da: "Bu apaçık bir iftiradır" demeleri gerekmez miydi?"
"Bir de dört şahit getirmeleri gerekmez miydi? Madem ki, bu şahitleri getiremediler, o halde onlar, Allah nezdinde, yalancıların da kendileridir"
"Eğer Allah'ın lütuf ve merhameti, dünyada ve ahirette üzerinizde olmasaydı, yaydığınız fitne yüzünden, size mutlaka büyük bir azap
dokunurdu."
"Siz o iftirayı dilinize dolamıştınız. Hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığınız şeyi ağzınızla söylüyor ve onu önemsiz birşey sanıyordunuz. Halbuki bu, Allah nezdinde büyük bir günahtır "
"O asılsız sözü duyduğunuz zaman: "Bunu konuşmak bize yakışmaz. Haşa! Bu büyük bir iftiradır" demeniz gerekmez miydi?" (en-Nûr, 24/1116).
Hz. Peygamber inen bu ayetleri tebliğ ettikten sonra; "Ya Âîşe, Allah'a hamd et. Allah seni, iftiracıların isnadından kesin olarak berî kıldı" buyurdu. Bunun üzerine Âîşe (r.anhâ) nin annesi: "Kızım, kalk da Resulullah (s.a.s)'a teşekkür et" deyince, Hz. Âîşe; "Hayır kalkmam ve yalnız Allah'a hamdederim" diye cevap verdi (bk. Buhârî, Tefsîru Sûre, 24/6, Meğâzi, 12, 32, 34, Şehâdet, 2, 15, Eymân, 13, 18, I'tisâm, 28, Tevhîd, 35, 52; Müslim, Tevbe, 56; Ebû Dâvud, Salât, 122; Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 194, 195, 197; Kamil Miras, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi, Ankara 1984, VIII, 73-97).
Iftira eden kimse, bununla amacına ulaşamaz ve sonunda dünyevî ve uhrevî bakımdan kendisi zararlı çıkar. Nebî (s.a.s) "Iftira eden kimse zarara uğramıştır" (Ahmed b. Hanbel, I, 91) buyurur.
Iffetli bir kadına zina isnadında bulunup da bunu dört erkek şahitle ispat edemeyen bir kimse kazıf cezasına çarptırılır. Bunlara ceza olarak seksen değnek vurulur ve bundan sonra şahitliklerine güvenilmez (bk. en-Nûr, 24/4; "kazf" mad.). Zina isnadında bulunan kimse kadının kocası olur ve dört şahitle bunu ispat edemezse "mulâane" yoluna başvurulur (bk.en-Nûr, 24/6-9; "Liân" mad.).
En ağır iftirayı atan kimse bile sonradan pişmanlık duyar ve durumunu düzeltirse Cenâb-ı Hakkın mağfiretine nail olabilir (en-Nûr, 24/4-5).
Günümüzde fertlerin birbirine iftirası yanında basın ve yayın yoluyla da iftiralar yapılmaktadır. Namus, iffet, haysiyet ve zimmet üzerindeki bir iftira ne kadar çok yayılırsa, iftiracının sorumluluğunun da o nisbette artması tabiidir. Ayette şöyle buyurulur: "Mümin erkek ve o kadınlara işlemedikleri bir günahla eziyet edenler (onlara iftira atanlar), doğrusu açık bir günah yüklenmişlerdir" (el-Ahzab, 33/38).
Kim Allah-u Teâlâ Hazretleri'ne dayanırsa, en güçlü insan odur. Kim de onun kulluğundan uzaklaşırsa; Allah-u Teâlâ Hazretleri onu en hor, en zelil duruma düşürür.
Prof. Dr. M. Es'ad COŞAN (Rh.A)
25 Haziran 2011 Cumartesi
RECEP TAYYİP ERDOĞAN KİMDİR
Recep Tayyip Erdoğan (1954 - .... )
Recep Tayyip Erdoğan, 26 Şubat 1954 yılında İstanbul’un Kasımpaşa semtinde doğdu. Erdoğan, ilkokulu Piyale Paşa İlkokulu’nda okudu. 1965 yılında ilokulu bitirip İmam Hatip Lisesi’ne kayıt oldu ve 1973 yılında buradan mezun oldu. Daha sonra yüksek öğrenimini Marmara Üniversitesi İktisadi ve Ticari Bilimler Fakültesi’nde yaptı. Camialtı, İETT ve Erokspor’da 16 yıl futbol oynadı ve 12 Eylül 1980 sonrasında futbolu bıraktı. Milli Türk Talebe Birliğindeki görev yıllarından sonra, 1976 yılında Millî Selâmet Partisi Beyoğlu Gençlik Kolu Başkanlığına ve aynı yıl MSP İstanbul İl Başkanlığına seçildi. 1977 yılında bir konferans münasebetiyle tanıştığı Emine Hanım’la 4 Temmuz 1978’de evlendi. Evliliklerinden Ahmet Burak ve Necmeddin Bilal adında iki oğlu, Esra ve Sümeyye adında da iki kız çocuğu oldu.
12 Eylül 1980’de İ.E.T.T’den ayrılınca özel sektörde çalışmaya başladı ve bir müddet özel sektörde çalıştıktan sonra, 1982 yılında askere gitti. Yedek subay eğitimini Tuzla’da yapan Erdoğan, Karargâh subayı olarak askerliğini tamamladı. Askerden döndükten sonra yine aynı şirkette yaklaşık birbuçuk sene çalıştı. Bir sonraki çalışma hayatına başka bir şirkette genel müdür olarak devam etti.
12 Eylül 1980 ihtilalinden sonra 1983 yılında kurulan Refah Partisi ile siyasi hayatı tekrar başlamış oldu. 1984 yılında Beyoğlu İlçe Başkanı, 1985 yılında da İl Başkanı ve M.K.Y.K üyesi seçildi. 1986 ara seçimlerinde milletvekili adayı oldu. Ardından 1989 yılında da Beyoğlu ilçesinden belediye başkan adayı oldu ve 1989 seçimlerinden Refah Partisi 2. parti olarak çıktı. 1991 yılında tekrar milletvekili adayı oldu ve parti barajı geçince milletvekili oldu. Tercihli oy sistemi nedeniyle yüksek seçim kurulu milletvekilliğini iptal etti. 27 Mart 1994 seçimlerine kadar İstanbul İl Başkanlığı görevini sürdüren Erdoğan, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı oldu ve 27 Mart 1994 seçimlerinde İstanbul Büyükşehir Başkanı seçildi.
12 Aralık 1997 yılında davet üzerine gittiği Siirt’te, miting sırasında okuduğu bir şiir nedeniyle Diyarbakır DGM’de yargılanmaya başlandı. Yargılama sonucu Türk Ceza Kanunu’nun 312/2 maddesinden “Halkı din ve ırk farkı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik etmek” suçunu işlediği gerekçesiyle dört ay hapis cezasına çarptırıldı bu cezasını 24 Temmuz 1999 günü tamamladı.
Fazilet Partisi'nin, Anayasa Mahkemesi tarafından temelli kapatılmasının ardından, bağımsız kalan milletvekilleri, yeni parti kurma çalışmalarını "gelenekçiler" ve "yenilikçiler" olarak adlandırılan iki kanattan sürdürdü. "Gelenekçi" olarak adlandırılan kanat, Recai Kutan'ın genel başkanlığında 20 Temmuz 2001'de Saadet Partisi'ni kurarken, "yenilikçi" kanat da, Tayyip Erdoğan liderliğinde 14 Ağustos 2001'de, Adalet ve Kalkınma Partisi'ni kurdu ve Tayyip Erdoğan, parti genel başkanlığına seçildi. Kurulan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), 3 Kasım 2002 seçimlerinde oyların büyük bir çoğunlunu alarak tek başına iktidar oldu. 3 Kasım seçimlerinde adaylığı kabul edilmeyen Erdoğan yenilenen Siirt seçimlerinde milletvekili olarak Meclis'e girdi ve Abdullah Gül'ün Başbakanlığı'ndaki 58. hükümetin istifasını sunması üzerine 59. Hükümeti kurarak Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı oldu.
22 Temmuz 2007 tarihinde yapılan 23. Dönem Milletvekili Seçimlerinde partisi %46,6 oy alarak 341 milletvekili çıkardı.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Şair Uzman Jandarmadan İkinci Şiir. (Hak arayışı Uzman Jandarmayı Şair Yaptı)
Türkiye cumhuriyeti sınırları içerisinde uzman jandarmalarla ilgili haberleri okumayan kalmamıştır muhtemelen. Astsubaylarla ...
